“Karanlık ve aydınlık arasındaki çizgidir hayat. Asla tek tarafta kalamazsın…”
Harflerimiz, özgür ülkelerimizdir. Kendimize ait tamamen. Yasalarını işletebildiğimiz, hataları ve doğruları sadece bizlerin özgürlüğünde! Bu çok büyük bir zenginlik! Harflerden bir dünyada yaşayabilmek yani. Hiçbir hırsızın dokunamadığı kadar korunaklı hem de! İlk seferimizde, diğerleri kadar şanslı olmayan küçük bir insanın dünyasına gidiyoruz… O zaman, Dark Hal ileri!
Her bebeğin topukları pembe değildi…
İlmikleri özensiz bir bağcık, sanki boğazını inceltmek istercesine düğümlenmişti küçücük çenesinin altında. Kardan soğuk bir asfaltın üzerinde bir kadın, kucağında topukları kirli bir bebek... Boynunda gizlenmiş özensiz ilmikler, topukları açık havada eziyetin konserini vermekte… Gelip geçenlerin, sadece oradan geçmediğini anlayarak büyümekte bir bebek… Kendinden vaz geçenlerin dünyasında büyüdüğüne an be an üşüyen bir bebek…
O sıralar üniversitedeyim. Toplu taşıma denen, dersiz topsuz samimiyetin içine karışıyorum arada! Şehir içi seyahat koltuğunun cam kenarını kapmış, alnımı da camın kenarına bir güzel dayamışım. Kim bilir ne devaaasaaa mevzular düşünüp de kafayı gereksiz şeylere takıyorum… Dalmışım öyle… Yorgun… Yurda gidiyorum okuldan sonrası vakitlice. Otobüs, duraklı belki de duraksız, birden sabitliyor kendini olduğu yere. Bazı şoförler çünkü vicdanlı. Durak olmadığı halde, kendisine koşan bir halk kişisine, egzoz gazı bırakmayı tercih etmiyor, dörtnala koşarcasına. Zınk! diye duruyor ve “Şerefli İnsan” ödülünü alıyor şoför, gönüllerde. İnsan olana bu ödüller çok para ediyor…
Tam da bu esnada karşılaşıyoruz topukları kirli bebekle… Baygın bakışlarımın orta yerine düşüyor o acıtan manzara… Bir kadın ve bir bebek, Edirne’nin kışında ve saatin geç denilecek bir vaktinde, sokakta… Zaman donuyoro anda… Edirne çok soğuktur okullular mevsiminde. Hele iklim dengesini tam kaybetmemiş daha o zamanlar! Hava ayaz mı ayaz Barış Abinin şarkısında olduğu gibi …. “Ben otobüsün kapısı açılıp kapandıkça üşüyorsam” diye bir denklem mırıldanmaya başlıyorum kalp sesimle… “Topukları kirli bebek! Üşümüyor olamaz! Annesi yoksaaaa masaldaki Kibritçi Kız mı? Ölmemişti ve hala sokaklardaydı da! Bebeği de mi olmuştu? Nasıl? Soğuk, onlara kıyamıyor olabilir mi? Beni üşüttüğü kadar üşütmüyor olabilir mi bu ayaz bebeği ve kadını? Orada durmalarını karşılayabilecek ne kazanıyorlar? İnsan bebeğini soğuk havada kucağında tutar mı? Bu bebek kadının mı? Bebeği bırakacağı kimsesi yok belki de kadının? Bebek hayatta mı?”
Tatsız bir meraklılık hali, tarifsiz bir bilinmezlik bürünüyorum… Sorgulamaya başlıyorum her şeyi! Bu soruları soran ben miyim sadece!? Yoksa bunca zaman! Bu soruları soran birisi / birileri olsaydı! Cevaplar bulunabilirdi bir ülkede! Bir dünyada! Yani insanlık medenileşti ya! Göçebe hayattan kurtulmuştuk hani ve yerleşik hayata geçmiştik ya! Herkesin barınacağı yerleri, yiyecekleri olmalı, öyle değil mi? Yani çağ atlarken, herkes aynı atlayışa dahil olmuyor mu ki? Hangi çağda kalmıştı bu kadın ve bebek? Peki ya! Onlar çağın gerisinde kalmışlardı da çağı gereğinde olan medeni insanlar, yani barınakları, yiyecekleri olanlar, nasıl oluyordu da bu kadının ve bebeğin yanından geçip gidebiliyorlardı? Vahşi olmalılardı böyle duyarsız olabilmeleri için? Vahşet değil miydi kadının ve bebeğin sokakta üşüyor olması? Hem sonra bir sürü kurum, kuruluş, örgüt de medenileşmenin, gelişmenin harika taraflarıydı ya! Bir eksik, bir sorun varsa, çözülmesi gerekiyordu diye varlardı ya. Çünkü kademe kademe bu halk, bu ülke işlerine bakan birileri de vardı ya dünya denen gezegende!
Her bir sınır çizgisi içinde, başkaca yöntemlere “Kanun” denilmişti ülkelerde. Ama kadın, çocuk, saçları üzülmüş ihtiyar yani her cins ve yaştan insan, gırla gitmekteydi sokaklarda… Gittikleri son, malumdu, neresinden bakarsan bak imkansızlıklarına…
Sorgulanırken ben ve tüm benciller ruhumda, vücut postürüm düzelivermişti iyice! Bunalmış alnımı cama dayamış sıkkın omuzlarım, dimdik bir gerginlikle alnımı zarafet okulundan mezun çıkmışçasına, burnumun dikine orantılamıştı. Öyle gerilmiştim ki ve öyle bir dikilmiştim ki koltukta! ! Öyle ihbar edesim, imdat diyesim, “Kadın da bebek de donacaklar!” diye korkumu etrafa bulaştırasım vardı ki!
Topukları kirli bebek sıkılmış, kımıldanmaya başlamıştı kadının kucağında. Bir hamlede bebeği çevirmişti kadın. Artık gözlerini de görebiliyordum küçücük insanın… Cinsiyeti neydi acaba? Kadın mı erkek mi daha şanssız olurdu bu şartlarda? Garip bir şekilde bunu düşündüm o an… Bebeğin geleceği, kaygım olmuştu birden ve bu duygu, o anki soğuktan da çok üşütmüştü yüreğimi… Topukları kirli bebeğin sırtı, artık kadına yaslıydı. Sırtını dayadığı fakir bir kadındı diye mi yaslıydı bebek ve topukları? Daha o tazeliğinde, üzgündü bakışları… Her şartta mutlu olmalıydı insan! Kişisel gelişmiş olanlar, geliştirmekte oldukları kişilere böyle söylemiyorlar mıydı? “Mutlu olmak bir seçim!” Sahiden de mutlu olmak bir seçim miydi? Ya da mutsuz olmak kaçılabilecek bir şey miydi? Belki de asfalt soğuğu, anestezi etkisi yapıyordu ruhta! İnsan, üşüdüğü kadar, donuyordu vicdanından, adaletinden… Hissizleşiyordu belki? Suç denen şeyi işlemek de böyle böyle kolaylaşıyordu demek ki… Topukları kirli bir bebek, büyürken kirlenmekten korkmayacaktı. Büyüyebilen şanslı olacaktı hatta! Hayatta kalmak için yaşayanların sokaklarında kanunlar, başkaydı… Bu kanunları, sıcak çayından hayıflanan yumuşak eller, anlayamayacaklardı. Birbirini anlamayan toplumlar, böyle yetiştiriliyorlardı farklı coğrafyalarda. Potansiyel suçlular okulundan mezun sokaklılar, hiçbir ülkeye ait sayılmazdı buradan bakıldığında. Onlar, ne iş verirsen yapanlardı…
Ve otobüs hareket etti… O ana dek gözlerimi kırpmadığımı, manzara değiştiğinde anladım. Kurumuştu sanki bakışlarım ve kırptıkça gözlerimi, ıslanıyordu kirpiklerim, yanaklarım…. Hiç tanımadığım birileri için döküldüğünü bu tuzların, bilmiyordu insan evladı şoför. Sadece arada dikiz aynasında bakıyordu bir müşterisi ağlıyor diye. Mendil vermeyen bir bakıştı bu. “Nasılsın?” demeyen bir alaka. İnsanın insana iyiliği, eş zamanlı olarak yetişmiyordu dünya denen yerde demek ki… Bağışlar falan yapanlar vardı bildiğim. Ama tam da o en zor ana hangisi denk gelebiliyordu? “Elden gelen öğün olmaz, olsa da zamanında bulunmaz.” demişti ya atalardan biri. Boşa değildi bu söz… Ya da her şey boştu… Bir bebek kim bilir kaç durak geride kalmıştı Edirne ayazında. Doldurabilir miydi herhangi bir farkındalık, yüreğimdeki anlamsızlığı? Doğrular ve yanlışlar, herkes için aynı olabilir miydi? Şimdi o tatlı bebek, diğer çocukla aynı sınava girmeli miydi? Biri özel okulda, diğeri özel ders alıyorken, sıcak odaları varken şanslı çocukların, şanssız çocuklara başarısız denilmeli miydi? İmkanları eşit olmayan insanların suçları, birbirine eşit olabilir miydi?
O gün otobüs koltuğunda, çok acıtan ve çok kısa bir film izlemiştim. Konu ve oyuncuları gerçek hayata ait tamamen… “Son” yazmayan, bakmadığım yerinde bitmeyen bir dram filmi… Yazanı, yöneteni kişiden kişiye değişen… Maalesef ki dramı aynı kalan…
İSTANBUL ESKİTMESİ
İstanbul eskitmesi bir kız bebek
Saçının karasına kadar kirli paslı bir melek
Gece ışıkları uykularını kaçıralı çok olmuş
Şimdi onun gül satması gerek
Balıkların parfüm koktuğu masalar
Hayatının labirentleri sanki
Peynir hangi doğru aralıkta var?
Kimin cebinde bu gecelik nasibi?
Görünmezlik pelerini arıyorlar hala!
Oysa
Saçları kirli bebekler görünmüyorlar
Valenin ağzından çıkan üşümek buharı
Çöpleri karıştıran ihtiyarın metelik kurşunları
Yoklar…
Kediler var, köpekler ve martılar
Balığın deniz mi çiftlik mi anlaşıldığı yeri
Güzel kadının azıcık akmış rimeli
Kadehin çatlak çizgisine kadar
Gözler radar….
İstanbul eskitmesi bir kız bebek
Gözleri neşeli
Henüz yorulmayı öğrenmemiş
Hayatın belki de herkes için
Böyle başladığını sanıyor
Bir gün o da gül alacak bir bebekten
Henüz bilmediğinden
Annesi gibi somurtmuyor
Sahi!
Labirentteki masalar nasıl da mutlu değiller?
Hepsi temiz giysililer
Yalnız bebek düşünüyor para üstü beklerken
Kadın adama gülmüyor…
Bu kadınlar bu adamlara neden hep küsler
Babası da annesini güldürmüyor
Hayatın kuralını sevmiyor kız bebek
Bir gün o da somurtsun istemiyor
Garson geliyor en bol tarafından hışımla
Sanki hani içeriye su girmiş azdan
Süpürgeyle ittirir gibi gereksiz bereketi
Kız bebeği sokağa öyle süpürüyor…
Bir labirent oyunu daha
Böyle bitiyor
Göz göze geliyoruz İstanbul eskitmesi kız bebekle…
Tokluğum içimi acıtıyor…
Gülümsemek sahte geliyor birden…
Bu yalandan şefkat…
Bir şey yapamamak halim
Gülümseme vaktimi çalıyor…
Hepsi öyle hızla oluyor ki
Kız bebek büyüyor hatta bir kaç defa sonrasına
Sonra anne oluyor
Sonra kim bilir ne oluyor..?
Labirentler her yerde
Ve insan düşünüyor
Belki de labirent sanılanın tam tersi?
Ödül belki de başka bir şey?
Belki de masaya gelen kız bebek
Senin doğruya varma ihtimalin?
Bilen biliyor
Bilmeyen görmüyor…
Labirentten ödülüyle çıkan da var
Labirente hapsolan da
Yaşamak diyor insan
Ne tarafta daha gerçek akıyor
Bir kaç kadeh işe yarıyor
Gönüller hoş oluyor yıldızların altında
Sonra sabah oluyor
Sabah sahi,
Nasıl bir şeydir?
İstanbul eskitmesi kız bebekler de uyanıyorlar mı aydınlığa?
Aydınlık dediğimiz şeyi
Güneş mi sanıyoruz yoksa?
İşte belki de bütün bildiklerimiz burada çuvallıyor…