Cenk Çalışır - Haftanın Yazarı
1967 Balıkesir doğumlu / Memur bir babanın çocuğu olarak değişik illerde büyüdü / Gazi Üniversitesi İktisat bölümü mezunu / Basın ve otomotiv sektörlerinde görev aldı / Reklam ve tanıtım fotoğrafçılığı üzerine çalıştı /Emekliliğinin ardından Ege’de bir sahil kasabasına yerleşti / Kafkaokur, 221B, Dedektif dergilerinde, birçok antoloji ve seçkide öyküleriyle yer aldı / Balkan Polisiyesi kapsamında Türkiye’den davet alan üç yazardan biri oldu / Kimliksiz isimli öyküsü Yunanca basıldı / 2019 yılında yayınlanan Beria adlı romanı Dünya Kitap tarafından yılın En İyi Polisiye Roman Ödülü’ne layık görüldü / Polisiye Yazarlar Birliği üyesi olup, Kristal Kelepçe ödüllerinde jüri üyesidir/ Dark Polisiye öykü kitaplarının Öykü Seçici Kurulu’nda yer alıyor ve editörlük yapıyor / Edebiyat dışında sinemayla da ilgileniyor. Başrollerini Mert Fırat, Melis Aslı Pamuk, Mustafa Alabora gibi usta oyuncuların paylaştığı Kilit filminin senaristi / Son romanı Çıkmaz Sokak Çocukları’nın senaryosu, Kültür Bakanlığı tarafından 2021 yılı Senaryo ve Diyalog yazımında destek aldı / Dark Town, Sinan Çetin, Porte Film, Böcek Yapım için dizi ve film senaryo gruplarında yer aldı / Özgün senaryo çalışmalarını sürdürüyor / Dark Polisiye öykü kitaplarının çok kıymetli yazarlarından biri…
SİLGİSİZ ÇALIŞAN ADAM!
Batıda modern toplumun ideolojik bir ürünü olarak görülen “polisiye edebiyat” aynı zamanda toplumsal yaşamın ortaya çıktığı döneme denk geliyor. Sanayi devrimi ve aydınlanma felsefesiyle doğrudan ilgili olan bu alan, edebiyatla da ortak paydaya sahip. Düşünün, bir toplumun yazınsal izlerini takip ettiğinizde o topluma ait kodları çözmeye başlıyorsunuz ve gerisi çorap söküğü gibi geliyor… Fakat burada üzerinde durduğum konu, sadece bir toplumun özelini değil insanlığın da izlerini sürebilecek bir takibi içeriyor.
Tam da bu noktada polisiye yazarı Cenk Çalışır geliyor aklıma: “Yasak elmayı yediği için cennetten kovulan Havva ile Âdem’in çocuklarıyız. Gezegendeki varlık nedenimiz suç!” diyor, bir kitabının önsözünde…
Kadim zamanlardan bu yana suçun peşimizi bırakmadığını, hayatımızın hatta varlığımızın bir parçası olduğunu ne güzel anlatmış bu ifadesiyle... Üstelik herhangi bir suçun izini sürerek insanı anlamaya çalışmak son derece akıllıca bir davranış. Çünkü suç kavramını insandan soyutlamak pek de mümkün görünmüyor. Ve yine diyor ki Cenk Çalışır: “İnsanın işlediği ilk suç olarak Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesi anlatılır.”
Suç olgusunun tanımı, insanın içinde yaşadığı topluluğun değer ve normlarından sapmayı ifade ediyor. Suç işleyen kişiye sosyolojik açıdan bakıldığında ise toplumsal değerlerle şekillenmiş, yaptırımları önceden belirlenmiş olan eylemleri gerçekleştiren kişi olarak tanımlamak mümkün; tabii suçun kanıtlanması şartıyla…
Sosyolojik bakımdan suça ait teoriler 19. yüzyıl başlarından itibaren şekillenmeye başladı. Toplumda yaşanan ekonomik, sosyolojik ve bilimsel gelişmeler sonucunda çeşitli kavramlar ortaya çıkarken, sosyoloji bilimsel bir disiplin olarak kabul edildi. Sanayi devrimiyle beraber köyden göç edilmesiyle birlikte kentleşme kavramı ortaya çıktı. Bunun sonucunda da suçun merkeze alındığı bir durum yaşanmaya başlandı. Kriminolojiye önemli katkılar sağlayan bir bilim adamı olarak Emile Durkheim (Sosyolojinin kurucularından) suçun ortaya çıkış nedenlerini, toplumla olan ilişkisine dair kanıtlar öne sürerek yorumladı. Suçu açıklarken sosyal unsurların göz önünde bulundurulmasını destekleyen bilimsel teorilere imza attı.
Özetle, edebiyatın merkezinde insan, insanın yapısında da suç işleme potansiyeli varsa, “suç ve edebiyat” kavramları çok rahat bir araya getirilebilir. Planlı ve bilinçli bir canlı olarak insanın suçtan vazgeçmeden, suçun olumsuz sonuçlarından sıyrılmaya çalışmasını, insanlığın karanlık bir yönü olarak tanımlıyor Cenk Çalışır, haklı da…
Bir söyleşide okurlarından gelen “Neden hep aynı kahramanla yola devam etmiyorsunuz? Her romanınızda başka bir kahraman yaratıyorsunuz?” sorusunu yanıtlarken, her romanında başka bir duyguya ağırlık verdiğini, anlatılarında bazen gerilimin, bazen mizahın öne çıktığını, birlikte gülüp eğlendikleri bir kahramanın sonraki macerasında okurunun içini acıtıp, üzmesini ya da onu korkutmasını istemediğini anlatıyor.
İlk romanı Satranç Cinayetleri’nin önsözünde “Bir hayatın bir insana yetmeyeceğini düşündüğümden olsa gerek aktörleri kıskanırdım. Bir gün korsan oluyorsun, diğer gün pilot. Bir gün haydut, bir başka gün casus. Ve yazarken korsan, pilot, haydut ya da casus olabildiğimi gördüm. Yazıyor olmanın keyfini işlediğim karakterlere bürünürken aldım” diyor. Kendisine sorduğumuzda yine de kapıyı tam olarak kapatmıyor. Verilmiş bir sözü olmadığını, çok özleşirlerse Satranç Cinayetleri’nin Ercan’ına ya da Oyun İçinde Oyun’un kahramanı Murat’a ve diğer kahramanlarına dönebileceğini de ekliyor.
Romanlarında gerçekçi unsurları işlerken yaşanan insanlık dramlarının yanında toplumun kanayan yaralarını da deşifre ederek ön plana çıkartıyor. Kimi zaman ailevi sorunlar, maddi yükümlülükler ve kısıtlanmış özgürlüklere maruz kalan bireysel unsurlara dokunurken kimi zaman da evrensel özellikler içeren dramları ele alıyor.
Kalemi hangi türe kayarsa kaysın, bir yazarın yaşadığı toplumdan ya da dünyadan kopuk olmaması gerektiğini düşünüyorum. Beria romanında yarattığı karakterlerle birlikte ele aldığı konu itibariyle, dünyanın gözleri önünde yaşanan bir insanlık dramını tüm çıplaklığıyla anlatıyor Cenk Çalışır. Aylan bebeğin cesedi kimlerin kalbini acıtmadı ki?
Hani şu haber kanallarında gösterilen o fotoğraf! Yazmaya kalemim varmıyor ama kıyıya vuran o bebeğin cesedi… Peki, o karede gördüğümüz sadece bir görüntüden ibaret miydi? Ya da sadece bir fotoğraf mıydı? Yaşanan dramın derinliği nerede başlayıp nerede bitiyordu?
Annelerin, babaların ve çocukların adları ölümle birlikte anılıyorsa! Savaşlar, ayrılıklar, yaralar ve acılar insanların hayatlarını cehenneme çeviriyorsa! Ve bütün bunlar yaşanırken…
İnsanlıktan bahsedilebilir miydi?
Polisiye kurguyu mültecilerin yaşadığı dramla birleştiren Cenk Çalışır, Beria adlı romanında bu görüntünün derinliğine inerek, yaşanan dramı gözler önüne seriyor. Bununla da kalmayıp fotoğraf karesinde gördüğümüz o bebeğin cansız bedenini vicdanlarımızın kucağına bırakırken, acı gerçeği bir tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Her sabah uyandığımız güne şükrederken, bir yerlerde yaşam savaşı veren insanların varlığını fark etmemizi sağlıyor, bilincimizle birlikte vicdanımızı uyandırıyor ve savaşın yıkıcı sonuçları olduğunu hatırlatıyor…
Bundan en çok etkilenenlerin de çocuklar olduğunu haykırıyor! Çocuklara yönelik şiddet, tecavüz ve her türlü kötü muameleye dikkat çekerken toplumsal mesajlar veren Cenk Çalışır, sağlam karakterleri olan güçlü eserlere imza atıyor. Gerçek hayatın yaşanmışlıklarını romanlarındaki kurguya taşırken, verdiği bir röportajda şöyle diyor: “Kötüler aramızda ‘ben kötüyüm’ diyerek dolaşmıyor ki. Onların kötü olduklarını işledikleri suçlar deşifre olduğunda öğreniyoruz!” İşte bu ifade edebiyattan çok daha fazlasını anlatıyor bize: Hayatın ta kendisini…