Doğum Günümdü O Gün... | Toprak Yıldırım
06-11-2023
02:02
Doğum günümdü o gün! - Toprak Yıldırım
6 Kasım günü, birkaç arkadaş direniş eylemi planlamak için buluşmaya karar vermiştik. Randevu saati geldiğinde dikkatlice buluşma noktasına ilerliyordum. Saatime baktığımda tam zamanında geldiğime emin oldum. Fakat diğerleri yoktu. Aldığımız karara göre tam saatinde buluşma noktasında olacak fakat beklemeyecektik. Çünkü aramızdan biri yakalanırsa, poliste konuşma ihtimali olabilirdi ve randevu yerinde beklemek bu bakımdan tehlikeliydi. Orayı hemen terk etmeliydim…
Bunları düşünürken birkaç dakika oyalanmıştım aslında. “Tamam” dedim kendi kendime “yakalandı bizim çocuklar herhalde, gitmeliyim…”
“Duuur! kaldır ellerini havaya, sakın kıpırdama!” Postal sesleri, çelik sesleri ve bu nidalar sokakta kara bir çığlık olarak patlamıştı… Onlarca silahlı gölge üzerime doğru geliyordu… Gözlerinde, korkuyla karışık nefreti gördüm…
Teslim olmak mı? Yani işkence görmek ve onursuzlaştırılmak...! Asla…!
Komutu dinlemedim ve silahıma davrandım. Aynı anda yüzlerce mermi havada uçuşmaya başlamıştı. Sanki gözlerini kapatıp ateş ediyorlardı. Can havliyle kaçmaya başladım. Her köşeden onlarca mavi bereli çıkıyordu. Yakalandım…
İşkenceler anlatılanlardan daha beterdi. ‘Muradiye işkence hanesi’ diye bilinen bir eski köşkün içinde gözlerim ve ellerim bağlı, çırılçıplak, uyumama dahi müsaade edilmeden işkence görüyordum. Falaka ve cereyan temel metotlarıydı. Fakat burada değişik denemeler de yapıyorlardı. Bir keresinde “su ister misin?” dediklerinde şaşırmıştım. “İsterim” diye karşılık verdim. Talebimi hemen yerine getirdiler ama benim beklediğim şekilde değil…
İki işkenceci, başımdan tutarak ağzımı yere yapıştırdılar. Yerde kumlu su birikintilerdi vardı ve bu birikintiler aslında falakadan sonra ayaklar kangren olmasın diye üzerinde zıplatıldığımız suyun ta kendisiydi. “İç hadi iç” diyerek sapık kahkahalarını çınlatıyorlardı hücrenin duvarlarında…
Birdenbire ince sesli işkencecinin sesi çınladı. “Al ulan pezevenk komünist, taze ekmek, doğum günü hediyen. Bizde insanlık ölmedi, ye de zıkkımlan itin dölü” diyerek çıplak bacaklarımın üzerine ateş gibi sımsıcak bir somun ekmek fırlattı. Şaşkındım. On gündür sadece su veriyorlardı, hiçbir şey yememiştim. Bu iyi bir fırsattı benim için. Aslında belki de bu halde bana verilebilecek en güzel doğum günü hediyesiydi. Gözlerim bağlı, ellerim arkadan kelepçeli, çırılçıplak bir durumda, eğilerek kucağımı yakan ekmeği dişlemeye başladım. İlk kopardığım parça epeyce büyüktü. Ağzım yanıyordu. Çiğneyemeden yutuverdim lokmayı. Mideme inen ateş topu bir anda dayanılmaz bir ağrıya dönüşüverdi. Beynimden ateş çıktığını hatırlıyorum en son…
Kendime geldiğimde tek başıma, hücremde, yerdeydim.
On sekizime girmiştim artık…
Toprak Yıldırım
12 Eylül 1980’di…
Rüştümü ispat etmeme 2 ay kalmıştı. Artık 18 yaşıma girecek ve “ben” olacaktım. “Velî” gereksinimim ortadan kalkacaktı. O dönemin en meşhur buluşma noktası olan bilardo salonlarına girerken “polis ne zaman gelir de kimlik kontrolü yapar acaba?” diye korkum olmayacaktı. Ehliyetim olacaktı, direksiyonda havalı oturacaktım. Trafik polislerinden tırım tırım kaçmayacaktım. Artık imzamın bir anlamı olacaktı.
Hazırlıklar yapıyordum kendimce. 16 Kasım 1980 hayatımın en önemli yaş günüydü. Hep yaşımın üstünde bir hayatım vardı ve bu hiç de yasal değildi. Artık her şey yasal olacaktı. Bin bir tane fikir üretiyordum kutlamalarım için. Kimi çağırsam? Nerede yapsam? Nasıl bir nutuk atsam? Ne giysem? “Tatlı bir heyecan içindeyim” derler ya hakikaten de öyle bir his içindeydim. En güzeli de “bana karışamazsınız artık, rüştümü ispat ettim” diyebilmekti aileme… Aslına bakarsanız bana pek de karışmazlardı, fikirlerime ve duruşuma saygı gösterirlerdi ama olsun işte, bu lafı yasal olarak söyleyebilmek ziyadesiyle önemliydi benim için…
O sabah bakkalın önüne tank park edivermişti. “Bu ne ya?” demeye kalmadan, radyodan tiz sesli bir paşa, ülke menfaatleri için yönetime el koyduklarını açıklamaya çalışıyordu ancak cümle vurgularını oturtturamıyordu bir türlü. Bakkalın önündeki tank olmasaydı, bu anonsun radyo tiyatrosundaki bir parodi olduğunu sanabilirdik belki de… Televizyon iyice netleştirmişti durumu. Darbe olmuştu…
Kimseye ulaşamadım bir süre. Aramızda konuşurduk “askeri darbe olabilir” diye ama Türkiye devrimci hareketi öyle bir noktaya gelmişti ki, bizler sanal olarak devrimi yapmış, aramızda hangi fraksiyonun iktidarı elde edeceğinin tartışması içerisindeydik. En güçlü adaylar THKP-C ve THKO kökenli yapılardı. Belki de koalisyon bile olabilirdi ilk zamanlar…
İlk şoku atlattıktan sonra, bazı arkadaşlara ulaşmaya başladım fakat çoğu kişi kayıplara karışmış, önceden haber alanlar yurtdışına kaçmış, geride kalanlar ise patır-patır yakalanıyorlardı. İşkencelerden söz ediliyordu. Yakalanmaktansa ölmenin daha iyi olduğu en çok konuşulan gündemimizdi. İtina ile yazdığımız duvar yazıları kireçlerle kapatılıyor, kıyafeti uygun görülmeyenler bile oracıkta gözaltına alınıyordu. Saklanmak gerekliydi. Doğum günümü düşünecek halim kalmamıştı. Temiz kıyafetlerle dolaşmalı, paşa-paşa okuluma gitmeliydim…
Okulun kapısına yaklaştığımda, bunun da kötü bir fikir olduğu hemen anlaşıldı. Askerler bütün öğrencileri “cemselere” dolduruyorlardı. Dikkat çekmeden uzaklaştım…
Aradan yedi hafta geçmişti. Sokağa çıkma yasaklarına biraz olsun alışmaya başlamıştık. Tanklara, cemselere, mavi berelilere, G3 seslerine, caddenin ortasında dipçiklerle dövülerek gözaltına alınan genç kızlara…
Rüştümü ispat etmeme 2 ay kalmıştı. Artık 18 yaşıma girecek ve “ben” olacaktım. “Velî” gereksinimim ortadan kalkacaktı. O dönemin en meşhur buluşma noktası olan bilardo salonlarına girerken “polis ne zaman gelir de kimlik kontrolü yapar acaba?” diye korkum olmayacaktı. Ehliyetim olacaktı, direksiyonda havalı oturacaktım. Trafik polislerinden tırım tırım kaçmayacaktım. Artık imzamın bir anlamı olacaktı.
Hazırlıklar yapıyordum kendimce. 16 Kasım 1980 hayatımın en önemli yaş günüydü. Hep yaşımın üstünde bir hayatım vardı ve bu hiç de yasal değildi. Artık her şey yasal olacaktı. Bin bir tane fikir üretiyordum kutlamalarım için. Kimi çağırsam? Nerede yapsam? Nasıl bir nutuk atsam? Ne giysem? “Tatlı bir heyecan içindeyim” derler ya hakikaten de öyle bir his içindeydim. En güzeli de “bana karışamazsınız artık, rüştümü ispat ettim” diyebilmekti aileme… Aslına bakarsanız bana pek de karışmazlardı, fikirlerime ve duruşuma saygı gösterirlerdi ama olsun işte, bu lafı yasal olarak söyleyebilmek ziyadesiyle önemliydi benim için…
O sabah bakkalın önüne tank park edivermişti. “Bu ne ya?” demeye kalmadan, radyodan tiz sesli bir paşa, ülke menfaatleri için yönetime el koyduklarını açıklamaya çalışıyordu ancak cümle vurgularını oturtturamıyordu bir türlü. Bakkalın önündeki tank olmasaydı, bu anonsun radyo tiyatrosundaki bir parodi olduğunu sanabilirdik belki de… Televizyon iyice netleştirmişti durumu. Darbe olmuştu…
Kimseye ulaşamadım bir süre. Aramızda konuşurduk “askeri darbe olabilir” diye ama Türkiye devrimci hareketi öyle bir noktaya gelmişti ki, bizler sanal olarak devrimi yapmış, aramızda hangi fraksiyonun iktidarı elde edeceğinin tartışması içerisindeydik. En güçlü adaylar THKP-C ve THKO kökenli yapılardı. Belki de koalisyon bile olabilirdi ilk zamanlar…
İlk şoku atlattıktan sonra, bazı arkadaşlara ulaşmaya başladım fakat çoğu kişi kayıplara karışmış, önceden haber alanlar yurtdışına kaçmış, geride kalanlar ise patır-patır yakalanıyorlardı. İşkencelerden söz ediliyordu. Yakalanmaktansa ölmenin daha iyi olduğu en çok konuşulan gündemimizdi. İtina ile yazdığımız duvar yazıları kireçlerle kapatılıyor, kıyafeti uygun görülmeyenler bile oracıkta gözaltına alınıyordu. Saklanmak gerekliydi. Doğum günümü düşünecek halim kalmamıştı. Temiz kıyafetlerle dolaşmalı, paşa-paşa okuluma gitmeliydim…
Okulun kapısına yaklaştığımda, bunun da kötü bir fikir olduğu hemen anlaşıldı. Askerler bütün öğrencileri “cemselere” dolduruyorlardı. Dikkat çekmeden uzaklaştım…
Aradan yedi hafta geçmişti. Sokağa çıkma yasaklarına biraz olsun alışmaya başlamıştık. Tanklara, cemselere, mavi berelilere, G3 seslerine, caddenin ortasında dipçiklerle dövülerek gözaltına alınan genç kızlara…
6 Kasım günü, birkaç arkadaş direniş eylemi planlamak için buluşmaya karar vermiştik. Randevu saati geldiğinde dikkatlice buluşma noktasına ilerliyordum. Saatime baktığımda tam zamanında geldiğime emin oldum. Fakat diğerleri yoktu. Aldığımız karara göre tam saatinde buluşma noktasında olacak fakat beklemeyecektik. Çünkü aramızdan biri yakalanırsa, poliste konuşma ihtimali olabilirdi ve randevu yerinde beklemek bu bakımdan tehlikeliydi. Orayı hemen terk etmeliydim…
Bunları düşünürken birkaç dakika oyalanmıştım aslında. “Tamam” dedim kendi kendime “yakalandı bizim çocuklar herhalde, gitmeliyim…”
“Duuur! kaldır ellerini havaya, sakın kıpırdama!” Postal sesleri, çelik sesleri ve bu nidalar sokakta kara bir çığlık olarak patlamıştı… Onlarca silahlı gölge üzerime doğru geliyordu… Gözlerinde, korkuyla karışık nefreti gördüm…
Teslim olmak mı? Yani işkence görmek ve onursuzlaştırılmak...! Asla…!
Komutu dinlemedim ve silahıma davrandım. Aynı anda yüzlerce mermi havada uçuşmaya başlamıştı. Sanki gözlerini kapatıp ateş ediyorlardı. Can havliyle kaçmaya başladım. Her köşeden onlarca mavi bereli çıkıyordu. Yakalandım…
İşkenceler anlatılanlardan daha beterdi. ‘Muradiye işkence hanesi’ diye bilinen bir eski köşkün içinde gözlerim ve ellerim bağlı, çırılçıplak, uyumama dahi müsaade edilmeden işkence görüyordum. Falaka ve cereyan temel metotlarıydı. Fakat burada değişik denemeler de yapıyorlardı. Bir keresinde “su ister misin?” dediklerinde şaşırmıştım. “İsterim” diye karşılık verdim. Talebimi hemen yerine getirdiler ama benim beklediğim şekilde değil…
İki işkenceci, başımdan tutarak ağzımı yere yapıştırdılar. Yerde kumlu su birikintilerdi vardı ve bu birikintiler aslında falakadan sonra ayaklar kangren olmasın diye üzerinde zıplatıldığımız suyun ta kendisiydi. “İç hadi iç” diyerek sapık kahkahalarını çınlatıyorlardı hücrenin duvarlarında…
Ağzımın içine pis suyla karışık kumlar doluşmuştu…
Bir ara yoruldular ya da yeni bir metot bulmak için istişare ediyorlardı… Kısa bir sessizlik dönemi içindeydik. Tam o sırada aklıma doğum günüm geldi. “Acaba” diye düşündüm “şu anda hangi gündeyiz, gündüzde mi gecede miyiz, ayın kaçıdır, on sekiz olmuş muyumdur?”
“Bir soru soracaktım” dedim… “Sor ulan itin dölü” dedi bir tanesi… “Bugün ayın kaçı?” dedim bir çırpıda… “Napacaksın ulan ayın kaçı olduğunu komünist pezevenk” dedi ince sesli olan işkenceci. “Hiiç” dedim “şu sıralarda doğum günüm olacaktı da acaba oldu mu, geçti mi...? Merak ettim” deyiverdim bir anda…
“On gündür buradasın, seni altısında almıştık, bugün on altısı ayın” dedi şiveli konuşan işkenceci. Doğuluydu sanırım. Güneydoğu şivesiyle konuşuyordu…
O gün benim doğum günümdü. Ne hayallerim vardı… “Bak, şimdi neredeyim?” dedim içimden. Plan bu değildi. Bu olmamalıydı. On sekizime girdiğim yere bak. Çıkış da yok zaten buradan. Sonunda öldürecekler nasıl olsa… Başlayacak zannettiğim yeni hayatımın finalindeydim. Çocukluğum bitecekti on sekizimde, oysaki hayatım bitiyormuş. Bilseydim kutlama filan planlamazdım.
“Bugün benim doğum günüm, on dakika da olsa işkence yapmayın da kendimce bir on sekizime gireyim” diye bağırdım aniden…
Sessizlik oldu…
Kendi aralarında fısıldamaya başladılar. Duyamıyordum ne dediklerini. Nihayet ince sesli olan işkenceci “yürü gidiyoruz” diyerek beni yerden kaldırmaya çalıştı. Diğerlerinin de yardımıyla ellerim arkadan bağlıyken kollarıma girerek sürüklemeye başladılar.
Nereye götürüldüğümü anlayamıyordum ama sanrım dışarıya çıkartıyorlardı… Birkaç adım daha ilerledikten sonra anlaşıldı. Beni bir araca bindirdiler. Ekip otosuydu herhalde. Arka koltuğa oturtturup aracı hareket ettirdiler…
İşte şimdi ayvayı yemiştim. Sıra bana gelmişti demek ki. İşkencede istediklerini elde edemediklerinde “kaçarken vuruldu” diyerek öldürüyorlardı genç bedenleri. Bana da aynısını yapacaklardı. Minibüsü ıssız bir yere çekecekler ve sırtımdan vuracaklardı. On sekizime ve mezara aynı anda girecektim. Bu kadarını beklemiyordum. Pişmanlık duydum o an. Keşke doğum günüm demeseydim. Hiç değilse birkaç gün sonra ölürdüm. Şimdi ölmek zamansızdı…
Ekip otosu aniden durdu. Kapı açıldı ve bir iki işkenceci indiler. Beni de indirecekler diye bekliyordum ama yanımdaki işkencecimde bir hareket yoktu. Dışarıdan poğaça kokuları geliyordu. Fırın gibi bir şeyin yakınındaydık herhalde. Belki de cellâtlarım acıkmış, infaz öncesi karınlarını doyurmak istemişlerdi…
Bir ara yoruldular ya da yeni bir metot bulmak için istişare ediyorlardı… Kısa bir sessizlik dönemi içindeydik. Tam o sırada aklıma doğum günüm geldi. “Acaba” diye düşündüm “şu anda hangi gündeyiz, gündüzde mi gecede miyiz, ayın kaçıdır, on sekiz olmuş muyumdur?”
“Bir soru soracaktım” dedim… “Sor ulan itin dölü” dedi bir tanesi… “Bugün ayın kaçı?” dedim bir çırpıda… “Napacaksın ulan ayın kaçı olduğunu komünist pezevenk” dedi ince sesli olan işkenceci. “Hiiç” dedim “şu sıralarda doğum günüm olacaktı da acaba oldu mu, geçti mi...? Merak ettim” deyiverdim bir anda…
“On gündür buradasın, seni altısında almıştık, bugün on altısı ayın” dedi şiveli konuşan işkenceci. Doğuluydu sanırım. Güneydoğu şivesiyle konuşuyordu…
O gün benim doğum günümdü. Ne hayallerim vardı… “Bak, şimdi neredeyim?” dedim içimden. Plan bu değildi. Bu olmamalıydı. On sekizime girdiğim yere bak. Çıkış da yok zaten buradan. Sonunda öldürecekler nasıl olsa… Başlayacak zannettiğim yeni hayatımın finalindeydim. Çocukluğum bitecekti on sekizimde, oysaki hayatım bitiyormuş. Bilseydim kutlama filan planlamazdım.
“Bugün benim doğum günüm, on dakika da olsa işkence yapmayın da kendimce bir on sekizime gireyim” diye bağırdım aniden…
Sessizlik oldu…
Nereye götürüldüğümü anlayamıyordum ama sanrım dışarıya çıkartıyorlardı… Birkaç adım daha ilerledikten sonra anlaşıldı. Beni bir araca bindirdiler. Ekip otosuydu herhalde. Arka koltuğa oturtturup aracı hareket ettirdiler…
İşte şimdi ayvayı yemiştim. Sıra bana gelmişti demek ki. İşkencede istediklerini elde edemediklerinde “kaçarken vuruldu” diyerek öldürüyorlardı genç bedenleri. Bana da aynısını yapacaklardı. Minibüsü ıssız bir yere çekecekler ve sırtımdan vuracaklardı. On sekizime ve mezara aynı anda girecektim. Bu kadarını beklemiyordum. Pişmanlık duydum o an. Keşke doğum günüm demeseydim. Hiç değilse birkaç gün sonra ölürdüm. Şimdi ölmek zamansızdı…
Ekip otosu aniden durdu. Kapı açıldı ve bir iki işkenceci indiler. Beni de indirecekler diye bekliyordum ama yanımdaki işkencecimde bir hareket yoktu. Dışarıdan poğaça kokuları geliyordu. Fırın gibi bir şeyin yakınındaydık herhalde. Belki de cellâtlarım acıkmış, infaz öncesi karınlarını doyurmak istemişlerdi…
Birdenbire ince sesli işkencecinin sesi çınladı. “Al ulan pezevenk komünist, taze ekmek, doğum günü hediyen. Bizde insanlık ölmedi, ye de zıkkımlan itin dölü” diyerek çıplak bacaklarımın üzerine ateş gibi sımsıcak bir somun ekmek fırlattı. Şaşkındım. On gündür sadece su veriyorlardı, hiçbir şey yememiştim. Bu iyi bir fırsattı benim için. Aslında belki de bu halde bana verilebilecek en güzel doğum günü hediyesiydi. Gözlerim bağlı, ellerim arkadan kelepçeli, çırılçıplak bir durumda, eğilerek kucağımı yakan ekmeği dişlemeye başladım. İlk kopardığım parça epeyce büyüktü. Ağzım yanıyordu. Çiğneyemeden yutuverdim lokmayı. Mideme inen ateş topu bir anda dayanılmaz bir ağrıya dönüşüverdi. Beynimden ateş çıktığını hatırlıyorum en son…
Kendime geldiğimde tek başıma, hücremde, yerdeydim.
On sekizime girmiştim artık…
Toprak Yıldırım