FYODOR MIHAYLOVIÇ DOSTOYEVSKI
27-01-2024
20:24
Romanları: (1846) İnsancıklar / (1846 "Öteki" / (1849) Netochka Nezvanova / (1859) Stepançikovo Köyü / (1861) Ezilmiş ve Aşağılanmışlar / (1862) Ölüler Evinden Anılar / (1864) Yeraltından Notlar / (1866) Suç ve Ceza / (1867) Kumarbaz / (1869) Budala / (1872) Ecinniler / (1875) Delikanlı / (1881) Karamazov Kardeşler Kısa Öyküleri: (1847) Dokuz Mektupluk Roman / (1847) Bay Proharçin / (1847) Ev Sahibesi / Polzunkov / (1848) Bir Yufka Yürekli" / (1848) Kıskanç Koca / Namuslu Bir Hırsız / (1848) Noel Ağacı Ve Düğün / (1848) Beyaz Geceler / (1857) Küçük Kahraman /(1859) Amcanın Rüyası / (1862) Tatsız Bir Olay / (1865) Timsah / (1870) Ebedi Koca / (1873) Bobok / (1876) Uysal Bir Ruh / (1876) Köylü Marey / (1876) Mesih'in Noel ağacı / (1877) Gülünç Bir Adamın Düşü Kurgusal olmayan eserleri: (1863) Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları / (1873) Bir Yazarın Günlüğü
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski bir yoksullar evinde doğar. Daha ilk anda ona hayatının yeri gösterilmiştir; toplumun dışında, hor görülen, hayatın dibine yakın bir yer ama insani kaderin tam ortasında acıya, ıstıraba ve ölüme komşu bir yer. Son günlerine kadar kendisini saran bu çemberin dışına asla çıkamamıştır. Hayatının ağır koşullarında geçen elli altı yıl boyunca sefaletten, yoksulluktan, hastalıktan ve hayatın yoksullar evindeki mahrumiyetinden kurtulamamıştır…
Stefan Zweig
“Her şeyi fazlasıyla anlamak bir hastalıktır; gerçek tam manasıyla bir hastalıktır!”
Sadece Rus edebiyatının değil dünya edebiyatının da önde gelen yazarlarından biri olan Dostoyevski, insan ruhunun derinliklerine inip onun sırlarını çözmeye çalışan çok özel bir yazardır. Romanlarında yarattığı hasta ruhlu karakterler aynı zamanda sıradan insanların özelliklerini taşırlar. Determinizm, rasyonel egoizm, materyalizm ve nihilizme karşı duruşuyla dikkat çekerken eserlerinde varoluşçu felsefenin izleri görülür. Hatta “Yeraltından Notlar” adlı yapıtı, bu konuda ders kitabı olarak okutulacak kadar başarılıdır. Eserlerinde özgürlük, inanç, adalet, sevgi, yalnızlık, acıma ve merhamet gibi varoluşçu temaları işlerken anlam arayışı ve tanrıyla bütünleşme süreçlerini irdeler. Alkolik bir babanın evladı olarak dünyaya gelişiyle belirlenen kaderi, yaşadığı toplumun sosyoekonomik koşullarıyla birleşerek dünya görüşünü şekillendirmişti. Yoksulluk içinde geçen çocukluk yılları, hayatının sonraki dönemlerinde yaşayacaklarının da habercisiydi. Zweig’ın dediği gibi: O yoksul doğmuş, yoksul ölmüştü…
Çocukluğunda yaşaması mümkünken yaşayamadıkları (baba sevgisi, mutlu, huzurlu bir aile ortamı) nedeniyle ruhunda açılan yara, yaş aldıkça daha da büyümüştü. Kırılan hayalleri cam kırıkları gibi sağa sola saçılmış, ruhunun derinliklerine birer hançer gibi saplanmıştı. Askeri mühendislik okuluna başlayıp tanımadığı insanların arasına karıştığında, yüreğinde taşıdığı o yaralı kuşun çekingen kanatları daha da güçlenmişti. Okul arkadaşı Konstantin Trutovski onun hakkında şunları söylüyordu: “Dostoyevski diğer tüm öğrencilerden farklıydı. Daima kendi halinde yaşardı, boş zamanlarında düşünceli bir şekilde dolaşır, etrafında olan biteni fark etmezdi. Onun kendini izole etmiş bu tavırları arkadaşlar arasında gülüşmelere neden olurdu. Ancak Dostoyevski arkadaşlarının bu tür davranışlarına pek aldırış etmezdi.”
Çocukluk çağı geride kaldıkça yoksulluğundan duyduğu utanç artarak çoğalıyor, diğer yaralarının önüne geçiyordu. Ne kadar uğraşsa da kaderinin uğursuz döngüsünü bir türlü kıramıyordu. Zweig’ın dediği gibi: Elli yaşına geldiğinde bin yıllık acıyı tüketmişti…
Okuldayken ağabeyine yazdığı bir mektupta: “Artık etrafımdaki şeylere tam bir kayıtsızlıkla bakıyorum… Tek idealim var o da özgür olmak. Bunun için her şeyi feda ederim. Sık sık özgürlüğün bana ne vereceğini düşünüyorum… Yabancı bir kalabalığın ortasında tek başıma ne yapacağım? Her şey ve herkesle bağımı koparacak cesaretim var ama itiraf ediyorum ki geleceğe büyük bir inancım, gerçek ümitlerimle yaşayabilecek güçlü bir şuurum var. Başka ne olsun? Gerçekleşsin ya da gerçekleşmesin hiç umurumda değil, kendi bildiğimi yapacağım,” demişti.
Yukarıdaki metnin şifrelerini çözdüğümüzde, yerle bir olan hayallerini yapılandırma sürecine girdiğini rahatlıkla görebiliriz. Bu mektup yazıldıktan beş yıl sonra hayallerini gerçekleştirmek için düğmeye basmış, tüm dünyanın tanıdığı o adam olma yolunda ilk adımlarını atmıştı. Askerlik görevinden istifa eder etmez Honore de Balzac’ın Eugenie Grandet adlı eserinin çevirisini yaptı. Hayatın yanılıp şaşarak kendisine bahşettiği bu mutluluğu sonuna kadar hissetmeyi umarken kendini farklı bir yalnızlık içinde buldu. Aidiyet sorunu yaşıyordu bu defa… Çünkü o dönem yazarlarının çoğu soylu ailelerden geliyorlardı. Her ne kadar babası yaptığı hizmetler karşılığında soyluluk unvanı alsa da Dostoyevski “sosyete bir yoksul” olarak utanç içinde yaşamaya devam etti.
Kendi bireysel çıkmazlarının yanında ülkenin içinde bulunduğu kaos ortamı karamsarlığını daha da arttırıyordu. Maddi ve manevi anlamda yaşamış olduğu bu silkelenme romanlarına yansıyor, kalemiyle on dokuzuncu yüzyıl Rusya’sına ayna tutuyordu. Fakat bunu yaparken, “Nasılsın diye sorma / ülkem gibiyim işte / Bir yanım kan, bir yanım gözyaşı…” dizelerindeki gibiydi… Ülke ne kadar kimliksiz ne kadar köksüzse o da öyleydi… Onun yaşadığı dönemde geçmişinden kopmuş olan Rusya nereye yöneleceğini şaşırmış durumdaydı. Doğuyla batı arasında gidip geliyor, nasıl konumlanacağını bilemiyordu. Zweig’in deyimiyle, Turgenyev onu ileri doğru itiyor, Tolstoy ise geri çekiyordu. Hiçbir şey kesin değildi Rusya açısından, hiçbir şeyin değeri, ölçüsü yoktu bu dönemde. Çarlık doğrudan komünist bir anarşiyle karşı karşıyaydı. İşte Dostoyevski’nin kişileri bu geçiş döneminin gerçek kahramanlarıydı; ürkek, tedirgin, çekingen ve korku içinde yaşayan… İkilemler arasında gidip gelirken hor görülen, aşağılanan ve koşullar ne olursa olsun utanan… Tıpkı Rusya’nın içine düştüğü boşluk gibi geçmişlerinden koparılan, gelecekten bihaber yaşayan, mücadeleyi hiç bırakmayan… Zweig onun kahramanlarını şöyle tarif ediyordu: “Avrupa’da her yıl yayımlanan elli bin kitabı açın. Neden bahsediyorlar? Mutlu olmaktan… Bir kadın bir erkek istiyor ya da zengin, güçlü ve saygıdeğer olmak istiyor. Dickens’ta bütün arzuların nihai hedefi, içinde neşeli çocukların oynadığı yeşillikler arasında sevimli, küçük bir ev... Balzac ise etrafında koruluk olan bir şato ve milyonlar... Güçlü, zengin, mutlu ve hoşnut olmak… Dostoyevski’nin kahramanlarından hangisi bunu ister? Hiçbiri… Onlar hiçbir yerde kalmak istemezler, mutlulukta bile… Mutlu olmak onlar için önemsizdir. Zengin olmayı arzulamak bir yana hor görürler.”
Onun insanları toplum içinde eziyet gören kişilerin örnekleriydi. Bireysel olarak yaşanan acılar en nihayetinde toplumu etkiliyor ya da tam tersi toplum, bireyselin önünü açıyordu. Bu kahramanların mücadeleleri, statüleri, psikolojik durumları ne olursa olsun “sembolizm” ile harmanlanan kurgusal bir gerçekliğin tam ortasında buluyorlardı kendilerini. Psikolojik analiz, ahlaki dalgalanmalar, suç ve ceza kavramları, aşk, mutsuzluk, çaresizlik ve yalnızlık temalarının hepsi bu karakterlere hizmet ediyordu ya da kavramlar bu kahramanlara... Onlar ne kadar dibe batıyorsa toplum o kadar yozlaşıyor, toplumdaki ahlaki çöküntü hangi boyutlardaysa romanlarındaki kahramanlar da o kadar soysuzlaşıyordu… Eserlerinde kullandığı mekânların ya da fiziki kavramların hiçbir önemi yoktu… Onun hikâyeleri ruhsal alanda geçerek psikolojik süreçlere hizmet ediyordu. Toplumda yaşanan ikilemlerin insanlar arasında açtığı uçurumlara ve ruhlarında oluşan boşluklara odaklanıyordu.
Büyük Petro’yla Rus kültüründe meydana gelen değişiklikler az önce bahsettiğim uçurumların ve boşlukların başlıca sebebiydi. Üst tabakayla halk arasındaki kültürel fark büyüyerek inanılmaz boyutlara ulaşınca kimliksiz bir Rusya ortaya çıkmıştı. Hal böyle olunca “sosyal düzene isyan, düşünce özgürlüğü çıkmazları, gençlerin yaşamış oldukları hayal kırıklıklarının psikolojik boyutları, çarlık bürokrasisinin çürümüş yapısı, alınan verilen rüşvetler, Avrupa yaşam sitilinin idealize edilmesi, nihilizmin ayak sesleri vb.” konular sadece Dostoyevski’nin değil diğer yazarların da radarlarına takılmıştı. İşte tam da bu nedenle 19. yüzyıl, Rus Edebiyatı’nın “altın çağı” olarak anılıyor.
19. yüzyılda ortaya çıkan eserlerin halk üzerinde yarattığı etkiye bakıldığında koca bir imparatorluğun yıkım sürecine girişi ve bu eserlerle 1917 Ekim Devrimi’nin alt yapısının ilmek ilmek örüldüğü rahatlıkla görülebilir. Konu derinlemesine incelendiğinde, dünyanın neresinde olursa olsun merkezi otoritenin edebi eserlere uyguladığı sansürün, haklı bir paranoya ya da korku nöbeti sonucunda geliştiği söylenebilir.
Bu çağın altın kalemlerinden biri olan Dostoyevski, ilk kitabı “İnsancıklar”ı şair Nekrasof’a gönderdiğinde eserine güvenmekle birlikte neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Birkaç gün sonra aniden kapısını çalan şair, daha içeri bile girmeden kendisine sarılarak tebrik etmiş, “Yeni bir Gogol doğuyor!” diyerek eserin el yazmalarını eleştirmen Belinski’ye teslim ettiğini söylemişti. (O dönem Rus Edebiyatı “Doğalcı Okul’un etkisindeydi ve bu oluşumun öncülüğünü de Belinski üstlenmişti. O nedenle fikirleri son derece önemliydi) Belinski el yazmalarını okumadan önce Dostoyevski hakkında iddialı söylemleri nedeniyle Nekrasof’u eleştirmiş fakat eseri okuduktan sonra Dostoyevski’yi tebrik ederek: “Siz sorunun ruhunun en derinlerine varmış ve birkaç çizgide büyük bir gerçeği ortaya koymuşsunuz. Sizden rica ediyorum, yeteneğinizi değerlendirin ve ona karşı hep dürüst davranın. Böylece büyük bir yazar olabilirsiniz,” demişti.
Bu yapıt, Dostoyevski’nin şöhret basamağının ilk adımıydı. Bir yanda yoksullukla cebelleşen insanların acı dolu hayatları, diğer yanda sefa içinde sürdürülen gösterişli yaşamlar… Onun bu eseri, yoksul insanların hislerini yansıtan bir yazar olarak lanse edilmesinin ilk hamlesiydi ve ardından gelen diğer yapıtları da bu adımı destekliyordu. “İnsancıklar” adlı eseri hayli ilgi görmüş hem halk tarafından hem de edebiyat çevrelerince takdir edilmişti. Fakat elde ettiği bu şöhreti, hayranlarına küstahça davranarak harcamaktan geri durmadı Dostoyevski. İşler onun açısından yeniden ters gitmeye başladı. Borçlandı… Borçlarını ödeyebilmek için kumar oynamaya başladı. Hiç sevmediği insanlardan bile borç para isteyerek zor günlerini aşmaya çalıştı. Çırpındıkça batıyordu. Bu durum alışkanlığa dönüşünce edebiyat dünyası tarafından alaya alındı. Aldırmadı. Bir yandan yazıp bir yandan kumar oynamaya devam ediyordu. Hiç yazmadığı ya da kafasında bile henüz kurgulamadığı romanları için yayıncısından avans alarak günü kurtarmaya devam ediyor, borçlandıkça yazıyor, yazdıkça da borç ödüyordu…
Hayatı boyunca horlanan bir insan olarak ezilenlerin yanında oldu. Fakir köylülerin haklarını korumak üzere reform isteyen devrimcilerle birlikte hareket ettiğinde devletle karşı karşıya geldi. 1849 yılında devleti devirme amaçlı bir komploya karıştığı iddiasıyla hapse girip idam cezasına çarptırıldı. İddianamede, devrimcilere ait yasaklı bir mektubun kopyasını aldığı ve bu metni çeşitli toplantılarda okuduğu, yaydığı yazıyordu. Bu gerekçelerle tutuklanarak hapse atıldı. Sekiz ay sonra cezasının infaz edilip kurşuna dizileceği an Çar tarafından affedildi. Fakat affedilmesi özgürlüğünü yeniden kazandığı anlamına gelmiyordu; Sibirya’ya Oms Kale’sine kürek mahkûmu olarak gönderildi. Burada dört yıl sürgün hayatı yaşayacak, ardından da altı yıl boyunca orduda mecburi hizmette bulunacaktı.
Ölüm cezasından kurtuluşu onun yeniden doğuşuydu. Hissettiği duyguları Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un ağzından şu şekilde dile getiriyordu: “Yüksek ve sarp bir kayalıkta, ancak iki ayağımın sığabileceği, dar bir çıkıntıda, dört bir yanım uçurumlar, okyanuslar, sonsuz bir gece, sonsuz bir yalnızlık ve hiç bitmeyecek bir fırtınayla sarılmış durumda yaşamak zorunda olsam ve bütün ömrümce, bin yıl boyunca, hatta sonsuza kadar o bir karış toprakta durmam da gerekse o şekilde yaşamak, şu anda bir yarım saat içinde ölecek olmaktan çok daha iyidir… Yeter ki yaşayayım!”
Dünya edebiyatının başyapıtlarından biri olan “Suç ve Ceza” da Raskolnikov üzerinden insan doğasına dair yapmış olduğu çözümlemelerle hem kahramanını hem de eserini zirveye taşımıştı. Yarattığı bu karakter öylesine başarılıydı ki, Yazar Harun Çelik’in söylemine göre, “Suç ve Ceza” kitabı yayınlandıktan sonra Dostoyevski St. Petersburg’da savcı tarafından ifadeye çağrılarak sorgulandı. Gerekçeyse, birinin, kendi hayatında bir insanı öldürmeden ya da bu psikolojiyi yaşamadan böyle bir karakter yaratamayacağı… Bunu yaparken de Dostoyevski’nin geçmiş tarihinde bir cinayet işleyip işlemediğini araştırmışlardı. Çünkü o günlerde, gerçek bir dehayla karşı karşıya olduklarının farkında bile değillerdi. Onun romanlarında hayat bulan psikolojik analizler, yıllar sonra yapılan deneylerle bilimsel olarak kanıtlanmıştı. Stanford Hapishanesi deneyi, Dostoyevski’nin kişilik analizleriyle bire bir örtüşüyordu. Mahkûm ve gardiyan olmanın insan psikolojisi üzerinde ne derece etkili olduğunu gösteren bu deney, psikolog Zimbardo liderliğindeki bir grup araştırmacı tarafından yapıldı. Yetmiş kişi arasından seçilen yirmi dört lisans öğrencisi, gardiyan ve mahkûm rolleri için görevlendirildiler. Yine aynı üniversitenin bodrum katında bulunan sözde hapishaneye yerleştirildiler. Rollerine çok çabuk uyum sağlayan öğrenciler zaman içinde tehlikeli bir sürecin özneleri haline geldiler. Deney, öngörülen sınırların dışına çıkarak psikolojik bakımdan ürkütücü sonuçlar vermeye başladı. Birçok mahkûm duygusal travma yaşarken gardiyan rolündeki öğrencilerde sadist eğilimler görülmeye başlandı. Bu öğrenciler şiddet uygulamaya hakları olduğunu düşünüyorlar ve uyguladıkları şiddeti meşru bir zemine oturtmaya çalışıyorlardı. Dostoyevski’nin birçok kitabında, bu deneyde varılan sonuçlara çok önceden varılmıştı. Bu da onun psikoloji bilimi açısından ne kadar önemli bir yazar olduğunu gösteren en önemli örneklerden biridir. Dostoyevski bir eserinde (Stanford Hapishanesi deneyinde yaşananları özetler) şöyle der: “Dünyanın en gereksiz işe yaramaz adamını alın, bir gişe memuru yapın. Kendisini bir şey zannedip hemen sizi aşağılayacaktır.”
Yeniden “Suç ve Ceza” romanına dönecek olursak, Raskolnikov aracılığıyla ete kemiğe bürünen id, ego ve süper ego kavramlarını o dönem ne bilen vardı ne de duyan… Ama Dostoyevski Freud’un yıllar sonra keşfedeceği o mekâna çoktan ayak basmıştı bile. İd, dürtüleriyle Raskolnikov’u harekete geçiriyor, ego ona cinayeti işletiyor, süper egoyla da sorgulama başlıyordu: “İyi bir şey yapma uğruna bir kişiyi öldürdüğünüzde sorgulanıyorsunuz ama bir savaşta bin kişiyi öldürdüğünüzde kahraman ilan ediliyorsunuz!” “Peki, insan bir katile hak verebilir miydi?” “Bir katil işlediği cinayeti nasıl aklayabilirdi? Hangi gerekçeler bir insanın öldürülmesini haklı çıkarabilirdi? “Aslında öldürülmek istenen tefeci kadın değil de sistem miydi?” “Adaletten kaçsan da vicdanından kaçabilir miydin?”
Olgunluk döneminin son yapıtı olan “Karamazov Kardeşler” romanında ise Fyodor Karamazov ve üç oğlu arasındaki çekişmeyi anlatırken inanç, ahlak ve aile hayatı gibi kavramları sorguladı. Kimi yorumculara göre Dostoyevski bu eserinde, yarattığı karakterler üzerinden kendi kişilik bölünmesini ortaya koyuyordu. Karakterlerden Dimitri Karamozov Dostoyevski’nin sürgünden sonraki yaşama susayan coşkulu yanını, İvan Karamazov Dostoyevski’nin düşünen, aydın ve agnostik yanını, Aleksi Karamazov ise Dostoyevski’nin tanrıyla bütünleşme sürecini yaşadığı döneme ait benliğini ifade ediyordu.
“Yeraltından Notlar” ise Dostoyevski’nin Sibirya sürgününden döndükten sonra yazdığı en önemli eserlerinden biridir. Olgunluk döneminde sonradan yazdığı kült eserlerin habercisi olma özelliğini taşıyan bu yapıt, buzdağının görünmeyen yüzünü yani bilinçaltını anlatıyor. İki bölümden oluşan eserin ilk kısmında anlatılan kahramana isim vermemiş Dostoyevski. Sadece sembolden ibaret olan bu karakter aslında herhangi biri; kim olduğunun da bir önemi yok… Adını bilmediğimiz bu karakter üzerinden görünenin ötesini, insan ruhunun karanlık dehlizlerini anlatıyor Dostoyevski… Kendi karanlık dünyasının ışığıyla aydınlanan eserlerinde, insanların yüzlerindeki kirli maskeleri söküp atmayı başarmıştı Dostoyevski. Acının, utancın, her türlü kötülüğün gölgesine sığınmış olan insanlık, onun ruhundaki karanlıktan yansıyan bu güçlü ışığın etkisiyle çırılçıplak ve savunmasız kalmıştı…
Fakat bir gün geldi ve o ışık söndü…
25 Ocak 1881 günü hastalandığında artık acılarının son bulup sonsuz bir yolculuğa çıkacağını anlamıştı. Karısından, kendisine “Sefahatten Dönen Oğul” dan parçalar okumasını istedi. Son nefesini verinceye kadar hem karısının okuduklarını hem de başucunda oturan papazın dualarını dinledi. Akşam saatlerinde (işçi mahallesinde bir binanın dördüncü katında / Kızneçnıy Per. 5/2) hayata gözlerini yumdu. O hep sefalet içinde yaşadı ama öldükten sonra baskı üzerine baskı gören eserleri sayesinde mirasçıları zengin bir hayat sürdü.
Dostoyevski bu dünyadan göçüp giderken, kendi sefaletini de alıp götürmüştü…
Tabutunun arkasında Rus halkından yüzlerce kişi yürüyordu. Onlar, Dostoyevski romanlarının isimsiz kahramanlarıydı…
Aşkın Zengin Akkuş