Göllüdağ'a Nasıl Çıkılır? | Behzat Taş
10-11-2023
19:39
Göllüdağ’a Nasıl Çıkılır?
Yanıt gayet basittir: Araçla... Mümkünse 4x4 bir arazi aracıyla... Hatta en kolayı bir traktörle çıkmaktır. Zaten dağın eteğindeki Kömürcü köyünün sakinleri “İsterseniz belli bir yere kadar sizi traktörle çıkarıverelim” diye teklif etmişti... Acaba aramızdan kimdi teklifi reddeden ve gruba “Kendimiz de çıkarız” güvenini veren?
Ben olabilir miyim? Olabilirim tabii. Tarzıma uygun görünüyor.
Oysa biz ne yaptık? Altımızdaki esnaf işi Caddy’yi dağın böğrüne sürdük. Araba birkaç yüz metre tırmandıktan sonra kumlu arazide saplanıp kalınca “Durmak yok yola devam” diye birbirimizi gaza getirip ilerlemeye başladık.
Yani Göllüdağ’a yayan çıkmaya karar verdik.
Macera başlıyor. Acı acı gülmek serbesttir sevgili dostlar!
***
Başa dönelim. Kendine Çizergezer adını veren beş kafadar olarak Anadolu’nun gizemli noktalarını keşif turlarımızdan birinde direksiyonu Göllüdağ’a çevirmiştik. Hem de takvimler kavurucu bir Ağustos’u gösterirken... Amaç 2300 metrelik zirvesinde Geç Hitit krallıklarından Tabal devrine ait bir yerleşim bulunan dağa tırmanmaktı. Sönmüş volkanlarla süslü bu Niğde coğrafyasında hem zirvedeki krater gölünde yüzecek hem de Anadolu’nun antik sakinlerinin izini sürecektik. Arkeologlara göre imparatorluk dağıldıktan sonra Hattuşa’dan kaçıp uzaklara saklanan Hitit prenslerinden birinin heykel atölyesi ve taş ocağıydı burası. Burada yapılmış devasa heykeller Niğde müzesinde sergileniyor. Yüzyıllar boyunca gizli kalmış, ancak son yıllarda dronlarla görüntülenebilmişti Göllüdağ.
Tırmanış ilk başlarda sorunsuz, hatta neşe doluydu. Ellilerin ortalarını süren kişiler olarak dağı fırdolayı çeviren patikayı tırmanırken performansımızdan ötürü gururluyduk. Bir süre sonra aşağıdaki köy kadrajdan çıkmış, uzak ovalardaki kasabalar görünmeye başlamıştı. Araçların kullandığı yoldan ayrılmıştık, kendimize göre daha kestirme bir açıyla tırmanıyorduk. Eğim yavaş yavaş artmış, ayak bastığımız yerlerde bırak bitkiyi, ot bile yeşermez olmuştu. Vakti zamanında feci şekilde kükrediği belli olan dağın üstünde tüf kayaçlar ve bilinmedik minerallerden başka bir şey görünmüyordu.
Bir saate yakın nefes nefese tırmandıktan sonra altımızdaki patika yok olmuştu. Türkülerdeki gibi dağın yamacından usul usul çıkıyorduk. (O mütevazı Anadolu türküleri bu coğrafyada ne kadar güçlü ve gerçek geliyor Yarabbi!) Üç-beş dakikada bir mutlaka durup dinlenmemiz gerekiyordu. Bu anlarda herkes aşağılara, geldiğimiz yöne bakıyor; geri dönsek nasıl olur diye kuruyordu. Ancak grup ve sürü psikolojisi teorileri burada tersine işlemeye başlamıştı bir kere. Herhalde azalan oksijenden olacak herkes işi inada bindirmişti. 4x100 Jamaika bayrak takımı gibi birbirimizi destekleyerek nerede olduğu meçhul zirveye ulaşmaya çalışıyorduk.
Tahminen yolun ortalarında bir yerlerde insanoğlunun ömrü hayatında görmesi mümkünsüz bir manzaraya denk geldik. Patikanın kenarındaki bir yarıktan saçılmış obsidiyen damarı simsiyah ışığıyla büyüleyiciydi. Yanardağ patlamaları esnasında birkaç saniye içinde oluşan bu volkanik mineralin parçaları ortalığa dökülmüştü. Biz garip yolcular gizli bir hazine bulmuş gibi hülyalara dalmıştık. Jeolojinin ta kendisi demek olan, tarih babanın ilerletici güçlerinden biriydi obsidiyen... Taş devrinden itibaren bronz icat edilene kadar, yani binlerce yıl boyunca ok ucu, mızrak, balta, bıçak, ayna ve bilumum alet edevatın hammaddesiydi. Gezginliğin tarifsiz şehvet anlarından birini yaşıyorduk. Manyak bir gezinin hatırasını ömür boyu saklamak için bundan daha iyi bir fırsat olabilir miydi?
Elbette hayır! Ceplerimizi bu güzel kara taşlarla doldurup devam ettik. Ancak kısa bir süre sonra hatamızı anlayacaktık. Zaten yorgun gövdelerimizle zorlanırken, üstüne birkaç kiloluk obsidiyeni taşıyacak dermanınız kalmamıştı. Bu arada ekipten bir aklıevvel bunun radyasyon emen bir taş olduğu tezini ortaya atmıştı. Ceplerimizi şişiren obsidiyenin radyasyon yüklü olabileceği gibi gayri bilimsel bir şüphe sonucu çarşı pazar iyice karışmıştı. Oksijen yokluğunun yanı sıra susuzluk da insanın aklını başından alıyordu demek ki!
Bir iki minik hatıra hariç topladıklarımızı bırakmak zorunda kaldık. Üstelik zirvenin nerede olduğu hakkında en ufak bir fikrimiz de yoktu. Kafayı kaldırıp ne kadar yolumuz kaldığını anlamaya çalışmak nafileydi. Göllüdağ sivri ve sessiz bir kule gibi önümüzde dikiliyor, bir vidanın çevresini dolanır gibi adım adım ilerlediğimiz için kuş uçumu ya da taş atımı gibi çıkarsamalar yapamadan çaresizce ve orta yaşlılara özgü o muhteşem inatla tırmanıyorduk.
Olayların Ağustos ayında geçtiğini söylemiş miydim?
Boğazımız kuruyup herkes birbirinden su istemeye başlayınca acı gerçek anlaşıldı. 4x100 bayrak yarışı maratona dönmüştü ve ne yazık ki biz Kenyalı atletler değil yanına su almayı akıl edememiş divane çizerlerdik. Oturup ciddi ciddi geri dönmeyi konuştuk. Takatimiz kalmadığı için aşağısı ve yukarısı sonsuz ölçüde uzakta geliyordu. Fakat her zaman olduğu gibi ekipten biri davrandı ve “Devam beyler” diyerek öne atıldı. (Valla bu sefer ben değildim.)
Sayılamayacak kadar çok adım, dakika ve yorgunluktan sonra zirveler göründü. “Zirveler” diyorum, çünkü dağların zirveleri sadece karikatürlerde basit tepeler halinde görünür. Gerçekte ulaştığımız yer ise bir kilometre çapındaki kraterin düşük kanadındaki göldü. Göl dedim ama lafın gelişi... Gölün olması gereken yerde sık otlar, sazlıklar ve çamurdan başka hiçbir şey yoktu. Kısaca su yoktu. Haliyle yüzüp serinleme hayalimiz suya düşmüştü. Antik yerleşim ise ortalıkta görünmüyordu. Ancak o kadar bitkindik ki sonradan biraz daha yukarılarda olduğunu öğrendiğimiz Tabal kalıntılarını bulmak için tırmanmayı gözümüz yememişti. Hatta bu fikir aklımızdan uçup gitmişti.
Çerçöp ve plastik namına hiçbir şey bulunmayan, insan ayağı değmemiş, hatta hayvanların bile uğradığı şüpheli bu rakımda iki saate yakın yatıp yuvarlandık. Anadolu’nun tam ortasında bulunmanın hazzıyla yeryüzünü ve gökyüzünü seyredip zirvenin tadını çıkardık. Dönüş eğlenceliydi. Çünkü dimdik dağdan hızla inerken sık sık düşüp birbirimize gülüyorduk. Saatler sonra arabayı bulup nihayet bir lokantada karnımızı doyurmaya oturmuştuk. İçimizden biri Göllüdağ’a yeniden gelmeye ve göremediğimiz antik kalıntıları bulmaya yemin etti. Diğerleri ise pis pis bakıp burada yazamayacağım şeyler söylediler.
Yemin edenin kim olduğunu söylemeyeceğim.