Kötü Kokulu Ev | Serhat Filiz

27-11-2023 02:51
Kötü Kokulu Ev  | Serhat Filiz
Baudelaire der ki, “Her nerede değilsem, orada mutlu olacakmışım gibi…”
Çocukken bu düşünceyi benimseyeceğimi hiç tahmin etmezdim. Keşke eşe, dosta ‘bu benim kurtuluşummuş gibi’ düşünüp, öyle havalı cümleler kurmasaydım. İnsan, aklı bir karış havadayken bulunduğu yerde daha bilgili biri yoksa, büyük ihtimalle yanlış yerde olduğunu bilemiyor. Hayatım boyunca aceleci ve gerçekçi olmayan hayaller kurdum. Bunların beni besleyen şeyler olduğunu düşünüp hayallerimin peşinden koştum. Planlar çoğu zaman çalışmazken, eninde sonunda hayatta kalacak idareten bir ortam oluştu. Olaylar tam istediğim gibi olmasa da gelişti, aktı gitti. Yaşadım…

Şimdi de buradayım.
Beni uykudan uyandıran şiddetli baş ağrısı oldu. Gözlerimi araladığımda tepemde her zamanki tavanı göremeyince, gözlerimi biraz daha açmaya karar verdim. Yarı uykuda gibiydim. Bu benim tavanım değildi. Odanın kokusu, ışığı da her zamanki yatak odam gibi değildi. Etraf çok kötü kokuyordu. Benim odam böyle kokmaz çünkü şu uyduruk marketlerde satılan ve aniden yüksek sesle ‘pısst’ diye koku salan mekanik oda parfümü makinelerinden kullanıyorum. O kadar makine yapmışlar ama ayarını bilememişler. Bir şey okurken veya sessizlikte çalışırken aniden çıkan o ses insanı yerinen zıplatır. Siz, siz olun kullanmayın o şeylerden zaten. İçine kesin uyuşturucu veya farkındalık yükseltici bir şeyler koyuyorlar.

Oda insan kokuyordu. “İnsan kokusu da nedir ya!” demeyin. Bildiğiniz insan kokusu işte. Terlenmiş, uyunmuş, sevişilmiş, açlık kokan nefesler doldurmuştu tüm hacmini odanın. Hala gözlerimi tam olarak açamamış ve nerede olduğumu anlayamamıştım. Kafamı biraz yana çevirdiğimde yanımda birinin yattığını gördüm. Daha doğrusu uzun saçlar… Simsiyahtı. Yanımda yatan, bana arkasını dönmüştü ve çıplaktı. Üzerindeki pike sıyrılmıştı. Çok da güzel olmayan bir kadın vücudu aceleyle yanıma atılmış gibi emanet bir şekilde duruyordu yatakta. Ben de çıplaktım. Daha önce de bu tip ‘akşamdan kalma’lıklar yaşamıştım yaşamasına da! Bu sefer hiçbir şey hatırlamıyordum. Yatakta doğruldum. Ayakucumdaki perdelerin arasından gün ışığı giriyordu. İnce, gri güçsüz bir ışık parçası. Dışarıda hava kapalı olmalıydı. Odaya göz gezdirdiğimde feci bir şaşkınlık yaşadım. Oda başka bir boyuta ait gibiydi. Yatağın kenarındaki altı kapılı dolabın oymaları o kadar ustaca yapılmıştı ki bunları bir makine yapmış olamazdı. Zira her biri asimetrik oyulmuştu. Dolabın kapılarının köşelerindeki kıvrımlar dans eden minik kahverengi yılanlar gibi göründü gözüme.  Kapılardan bazıları her an yerinden çıkıp gümbürtüyle düşecekmiş gibi yamuk duruyorlardı. Dolabın üzerindeki üst üste konulmuş hurçların içine sanki bu pis kokan evin tüm yumuşak malzemeleri konulmuş olmalıydı.

Tuvalet masasını görünce bu çıplak kadının evinde olduğunu anladım. Tezgâhın üzeri çeşitli ıvır zıvırla doluydu. O kadar kalabalıktı ki sanki bir tek toplu iğne koysan, tüm tezgâhın o ahenkli dağınıklığı bozulacak, parfümler takılarla iç içe geçecek, bunu yaparken metalik bir gıcırtı duyulacaktı. Islak havlu, üzerini kapattığı ucuz ve uyduruk çantayı, bir piton yılanı gibi sarıp boğacak gibi duruyordu. O sırada yanımdaki beden kıpırdadı. Uzun, siyah ve yağlı saçların arasından kadının yüzünün bir kısmını gördüm. Perdelerden sızan gri ışık, odanın içini siyah-beyaz, eski bir fotoğrafa döndürmüştü. Bu ışıkta güzel mi çirkin mi olduğunu pek anlayamadım ama bu şekilde uyuduğumuza göre gece kim bilir nerede karşılaşmış ve sonu buraya varacak bir macera yaşamıştık? İşte sorun buradaydı. Hiçbir şey hatırlamıyordum. En son hatırladığım şey; evden kırık hayallerle çıkıp, motoruma binip Kadife Sokak’ın civarında bir yere park edip Karga’ya gittiğimdi. Karga, devamlı takıldığım Kadıköy’ün eski tüfek barlarından biridir. Kazıklamaz, sarhoş olduysan içki vermez, müdavimiysen ve o gece paran kalmadıysa sana bira ısmarlar, Rock çalar… Her zaman kalabalıktır ama hafta sonları çok daha kalabalıktır.

Son hatırladığım şey; insanların arasından, onlara sürtüne sürtüne geçip, ‘tam olarak yerini bulan bir cıvata gibi’ kendimi o aralığa zorlukla sıkıştırdığım yerdi. Sokak kapısından iki üç basamakla iner inmez barın arka tarafındaki bira servis edilen bölümün hemen önünde yalnızca benim sığmam için yapılmış yerdi burası. Sanki hayatım boyunca olmam gereken yer orasıymış gibi, hatta yerini bulan cıvata gibi neşeli ve dümdüzdüm.

Rahatsız bir bar taburesinin üstü sanki çocukluğumun en güzel anılarının geçtiği ev, mahalle gibiydi. Evdeki hayal kırıklığını sanki başka bir evrende bırakmışım da oraya asla dönmeyecekmişim gibi. Bütün o yaşadıklarım, beni o duruma getiren olaylar silsilesi asla yaşanmamış ve ben burada doğmuştum sanki. Çocukluğum öyle bir yerde geçmedi. Aksine bir çocuğun olabileceği en kötü yerlerde büyüdüm. Dedim ya, hep yanlış zamanda yanlış yerde olmayı doğarken belirlemişim.

“Canım eğer uygunsan halamlar ve eniştemler gelecek bu gece oturmaya” demişti eşim telefonda. “Sanırım bunun için hiçbir zaman uygun olmayacağım” desem, olaylar bu şekilde sarpa sarmayacak ve belki de son bir iki yılda yaptığım hataların tümünü, bu kadar telafi etme hissine kapılmadan unutup gidecektim. Her zamanki gibi “hayır” diyemedim. Hatta “Ulan ne işi var moruk ve görgüsüz halanla, skimsonik fikirleriyle ülkeyi kurtarmaya ant içmiş kıçımın solcusu eniştenlerin bizim evde? Hem oturmaya gelmek ne demek?” demeliydim. Diyecektim aslında, ama diyemedim. Demeliydim. “Aa, ne güzel gelsinler tabi, çok şeker insanlar. Zaten ben de ne zamandır onları görmek istiyordum, isabet oldu” diye zırvaladım. Eşim sözlerimi kesmeseydi daha da ballandıra ballandıra aslında onları ne kadar sevdiğimi anlatırdım. Hiç öyle değildi. Neden böyle söylediğim hakkında da en ufak bir fikrim yoktu. Gecenin ilerleyen saatlerinde, aslında eşimi kırmamak, onun kalabalık aile birliğine verdiği değeri zedelememek adına böyle saçmaladığımı düşündüm. Sanıyorum ki beşinci biradan sonra aklıma geldi bu. Çok emin değilim.

Yalnız büyüdüm sayılır. Elbet yalnız değildim, sırf bana ait koskoca bir evrenim vardı. Ama lanet olası gerçeklik bana göre değildi. Ben de bu gerçekliği sevmeyip, kendi evrenime sığınmıştım lakin böyle bir şey fiziksel olarak mümkün olmadığından ikisinin arasında kalıp sıkışmıştım. Ne deliydim ne akıllı. Ne oradaydım ne burada. Ne siyahtım ne beyaz. Ne ıslaktım ne kuru. Kim bilir hangi Allah’ın kulu… Yalnız büyüdüğüm için çekirdek aile, geniş aile gibi kavramlar bana çok uzaktı. İnsan bilmediği, tatmadığı bir şeyi sevemez. Ancak sevmiş gibi yapar. Zamanı geriye alıp sıfırdan bir aile, çevre edinme ve tanıma gibi bir şansım da olmadığı için kaderimle barıştım ve bildiğim şeyleri sevmeye karar verdim. Tabi çocukken yaşanan onca travma, yalnızlık ve sevgisizlik hissi altlarda bir yerlerde, en ufak bir fırsatta bir sapkınlık olarak yüzeye fırlamak üzere hazır bekledi. Dolayısıyla en tanıdığım olumlu his âşık olmaktı. Kendimi bir an önce âşık olmaya zorladım. O kızcağızla evlenmek için kıçımı yırttım. Uzunca bir peşinden koşma döneminden sonra, türlü yalan dolan ve cambazlıkla ilk eşimi tavlamayı başarmıştım. Kendimde saf bir duyguyu ararken oyuncu, hileci ve yalancı bir adama dönüşmem bu evliliğin bir ay sonra bitmesine sebep oldu. Foyam ortaya çıktığında hiç çabalamadım, derhal boşandık. Boşandıktan sonra uzunca bir süre libidomun esiri oldum. O güzel hissi ararken bir pisliğe dönüşmenin de verdiği vurdumduymazlıkla en büyük amacımın seks yapmak olduğunu sanıyordum. Gözüme kestirip yatmaya heves ettiğim kadınların çoğunu ikna ettim. Yöntemlerim adice, tamamen hile üzerineydi. Birkaçı garip bir şekilde bana âşık oldu. Bazıları ile ciddi bir ilişki kurabilirdim belki ama her seferinde anladım ki kadınlarım bende âşık oldukları özelliklerimi bir süre sonra yok etmeye çalışıyor, ilk tanıştığımızda hoşlarına giden o asi ruh sonradan aşırı gelmeye başlıyordu. Bu beni daha da kızdırıyor, bilakis acımasız bir şekilde, bile isteye kadınların kalbini kırıyordum. Sanki boktan hayatımın tüm sorumlusu onlarmış gibi hem fiziksel hem de manevi olarak canlarını acıtmaya çalışıyordum. Tam bir baş belası olmuştum… Hatta bir keresinde içlerinden biri arayıp, hamile olduğunu söylemişti. Telefon numaramı, oturduğum evi değiştirip izimi kaybettirdim. Muhtemelen hamile falan değildi. Benimle tekrar birleşebilmek için uydurmuştu…

Yataktan kalkmak istedim. Ama bir yanım duvardı. Kadının üzerinden atlamam gerekecekti. Oldum olası çıplak kalmayı sevmem. İç çamaşırlarıma bakındım bulamadım. İçeride çıkarmış olmalıydık. Belki de her şey içeride olup bitip, buraya uyumaya gelmiştik. Kadını uyandırmamaya dikkat ederek, üzerinden geçmeye çalıştım. Dizim kıçına çarptı. Kadın uyanmadı ama yüzünü diğer tarafa döndürdü. Uzun siyah saçları tekrar yüzünü kapladı. Tanımadığım bir yatak odasında, çırılçıplak ayakta dikiliyordum. Fena halde susamıştım ve oda gibi pis kokuyordum. Ya odanın kokusu tenime sinmişti ya da uzun zaman önce burada bir hayvan ölmüştü.

Yerde gördüğüm havluyu belime doladım. Eski, pis ve lekelerle dolu havlu sertleşmiş, kazık gibi olmuştu. Giysilerimi bulana kadar başka çarem yoktu. Yavaşça kapıya doğru yürüdüm ve kapı kolunu yakaladığım gibi hemen açtım. Cehennemin girişindeki teşrifatçı zebaninin kemanından çıkan akortsuz bir armoni gibi gıcırdayan menteşeler zaten çatlayan başımı sanki ikiye ayırdı. Beynimden kötü anılar yerlere saçıldı. Siyah bir hamamböceği gibiydi her biri. Olması gerekenden daha hızlı bir şekilde sanki film şeridini ileriye sarıyormuş gibi yatağın altına, perdelerin arasına, bir kısmı yere düşmüş pikenin kıvrımlarının arasına saklandılar. Kadın yine uyanmadı.

Kapı hole açılıyordu. Holün sonunda, bir mutfak ve kapalı iki oda kapısı vardı. Yerdeki halı, şu naylon çakma yamalı halılardandı. Bunların üzerlerine bir kibrit düşse koca bina yanardı. Giysilerim hala görünürde yoktu. Ama havlum belimdeydi. Küçük adımlarla mutfağa gittim. Gözlerim bir su şişesi veya damacana aradı ama bulamadı. Refleks olarak musluğa atıldım, fi tarihinden kalma eski tip musluğu hızlıca çevirdim. Su gelmedi. Sular kesildiğinde çıkan o hava sesi bile gelmedi. Bu musluktan sanki hiç su akmamıştı daha önce.

Mutfak kalabalık bir ara sokağa bakıyordu. Amaçsız insan sürüsü. Öyle boşlukta sallanıyor gibi yürüyorlardı. Büyük şehirden insan manzaraları işte. Mutfak, zevksiz döşenmiş, altmışlı yılların dolapları ve karo taşlarıyla bezeli duvarlar, yerler. Duvarda bir takvim. Onun yanındaki rafta, içinde pembe bir sıvı olan küçük bir şişe. Dekoratif amaçla tasarlanış Alâeddin’in lambasının minyatür hali duvarda asılı. Elim istemsizce o şişeye gitti. Alıp şöyle bir kokladım. Parlak pembe renkte olduğu için güzel kokmalıymış gibi hissettim ama hiçbir şey kokmuyordu.

Mutfaktan çıkıp yandaki odaya gitmeye karar verdim. Artık bir önce giyinip bu evden kurtulmak ve temiz havaya kavuşmak istiyordum. Kapalı olan kapının kolunu aşağıya doğru indirdim, bu da gıcırdamasın diye usulca açtım. Gıcırdamadı. Kapıyı ortasına kadar açıp içeri girdim. Yerlerde kadının ve benim giysilerim vardı. Salon da en az yatak odası ve mutfak kadar zevksiz ve demode döşenmişti. Eski tip yeşil koltuklar, dev gibi bir yemek masası ve yamuk ahşap sandalyeler. Duvar kâğıdı bir zamanlar beyaz olmalıydı lakin şimdi kirli sarıydı. Burada da ışık azdı. Aslında perdeler açıktı, daha aydınlık olması gerekiyordu ama dediğim gibi hava bulutlu ve kapalıydı. Diğer evlerin çatılarının arasından gri, yer yer siyaha yakın bulutlar görünüyordu. “Yiyecek bir şeyler var mı?” dedi birisi. İrkildim. Korkuyla arkamı döndüm. Oda kapısının arka tarafında kalan kısımda bir kız çocuğu, kapalı televizyonun önündeki sandalyeye oturmuş bana bakıyordu. En fazla üç yaşında olmalıydı. Üzerinde gecelik denmeyecek kadar çirkin, çuvalı andıran koyu yeşil bir giysi vardı. Bir ayağı çıplaktı. Diğer ayağında ise ancak bir yetişkine ait olabilecek, siyah dümdüz bir çorap vardı. Saçları koyu kızıl dudakları kalemle çizilmiş gibi ince ve muntazamdı Teni tuhaf şekilde beyazdı. İçeride uyuyan kadının kızı olmalıydı. Elindeki büyükçe bir bez bebeğe sarılmıştı. Sanki bu pis kokulu evde tek manası olan şey o kızıl saçlı oyuncak bebekmiş gibi sıkı sıkı sarılmıştı hem de.

“Şey ben, bilmiyorum. Mutfakta vardır herhalde” diye kekeledim. “Ben baktım, yok” der demez kafasını çevirdi, kapalı televizyona bakmaya başladı. Üzerimdeki şaşkınlığı attıktan sonra, hemen yerdeki giysilerimi apar topar orama burama sıkıştırdım.  Diğer yandan belimdeki pis havlu düşmesin diye sıkı sıkı tutuyordum. Acaba bana bakıyor mu diye göz ucuyla küçük kıza baktım, bakmıyordu. Televizyonda heyecansız ve b*ktan bir şey seyrediyormuş gibi bir ifadesi vardı. Hemen ilk uyandığım odaya döndüm. Aceleyle giyinmeye çalıştım. Tek ayağım pantolonun içindeyken, dengemi kaybedip yere düştüm. Dirseğimi fena çarpmıştım. Acı, ateşten bir ok gibi dirseğimden omzuma, oradan da beynime saplandı. Kadın hala uyuyordu. Üst bacaklarında portakal kabuğu desenleri, ışığın da açı değiştirmesiyle bir ejderhanın pullu bedenini andırıyordu. Gözüm ayaklarına takıldı, onlar da aşırı biçimsizdi. Daima kadının ayağı önemli olmuştur benim için. Erkek ayağında biçim aranmaz ama kadınınki estetik olmalı. İlk gençlik dönemlerimde sırf ayakları çirkin diye dünya güzeli kadınlarla bir hikâyem olmasına asla izin vermediğimi bilirim. Ne saçma! Şimdi bakıyorum da hayatımın çoğu kısmı böyle abuk sabuk maddesel kaygılarla geçmiş. Bunu bu kadar geç anladığıma mı üzüleyim, yaşamımı boktan bir şekilde yaşadığıma mı?

Uyuyan kadının ayakları uzunca yıllar Stiletto denen o garip ayakkabıları giymekten, pençe gibi görünüyordu gözüme. Ayak parmaklarının fizik kurallarına uymayacak şekilde kıvrılması, tırnaklarının orantısız büyüklüğü ve şekilsizliği, midemi bulandırdı. Kumpirlik, yamuk bir patatese saplanmış jelibon taneleri gibiydi ayak parmakları. Kısa, şekilsiz ve kesinlikle dramatik. Dali’nin tablolarında geometrik şekiller arayan Picasso gibi hissettim kendimi. Kadında hoş, estetik, güzel bir taraf arıyor ama bulamıyordum. İçki gerçekten bütün kötülüklerin anasıymış. Oracıkta kendi kendime söz verdim bir daha bu şekilde bir akşamdankalmalığa izin vermeyeceğim diye… Tişörtümü başımdan geçirip, tamamen giyindiğimde bakışlarımı çirkin ayaklardan çevirmeyi başardım. Beynimin kıvrımları, sürekli yanıp sönen kırmızı harflerle alarm veriyordu. Buradan çık! Burayı terk et!

Hızlıca odadan çıktım, niyetim bir an önce ayakkabılarımı bulup bu pis kokulu evi terk etmek ve bulabildiğim ilk kahvecide önce bir litre su, sonra da sert bir Amerikano içmekti. Ayakkabılarımı göremedim herhalde kapının dışında olmalıydı. Hiç sevmem kapının önünde çıkarılan ayakkabıları. Eskiden oturduğum apartmanda basamakları çıkarken ayağıma takılan ucuz ve uyduruk terlikleri, ayakkabıları tekmelerdim. Bir gün birisi kapıyı açıp ağzımı burnumu kıracak diye çok endişelendim ama kimse bunu yapmadı. Muhtemelen tekmelenip sağa sola fırlatıldıklarını fark etmemişlerdi. O kadar özensiz ve dikkat etmeden çıkarmışlardı ki birinin orada, diğerinin başka bir tarafta olduğunu sorgulamadılar bile demek ki. Sokak kapısına elimi uzatırken az önce bana yiyecek soran küçük kız düştü aklıma. Kız aç, acıkmış! Annesi olacak kadın içeride fosur fosur uyuyor. Pisliğin teki olabilirim ama vicdanım hala yerinde. Mutfağa girdim, ekmek kutusu olduğunu sandığım şeyin kapağını kaldırınca içinde bayatlamış, küflenmiş bir iki dilim ekmek buldum Birini alıp küflü yerlerini ayıkladım. İçine bir parça peynir, reçel ya da zeytin koymak için buzdolabının kapağını açmayı denedim. Olmadı. Hızlıca çektiğimde başardım. Dolapta neredeyse hiçbir şey yoktu. Cam çay tabağının içinde yarım limon gördüm. Alt rafta ise plastik kapta yoğurt vardı. Kapağını açtığım gibi geri kapadım. Yoğurt yüzyıllar önce alınıp burada unutulmuş gibiydi. İçerideki kız çocuğuna verecek küflü bir ekmek diliminden başka bir şeyim yoktu. Bunun mahcubiyetiyle ağır adımlarla kızın olduğu odaya girdim. Kız az önce oturduğu yerde yoktu. Gözüm biçimsiz yeşil koltuklara kaydı, orada da yoktu. Kız odada değildi. Sanki yok olmuştu. Ekmeği masaya bıraktım. Sokak kapısına koşup kapıyı açmak istedim. Derhal oradan çıkmak istiyordum.

***

O gece halalar ve enişteler ‘oturmaya’ geldiğinde, gerçekten oturdular. Hiçbiri yerinden kalkmadı. Sadece prostatlı enişte, idrar yollarındaki baskıya dayanamayarak yerinden kalkıp birkaç defa işedi, geri geldi. Oda yine ‘insan’ kokuyordu. İki yaşlı kadın, iki yaşlı adam evimin salonunda rahat koltuklarımda yayılmış çaylarını yudumluyorlardı. Hala’nın isteği üzerine televizyon açılmış ve meraklı, amaçsız sohbetin arka fonunda Survivor denen program akmaya başlamıştı. Televizyonun yanındaki duvara gitarlarımı asmıştım. Gitarların arkasına da sevdiğim şarkıcıların, gitaristlerin çerçeveli, siyah beyaz fotoğraflarını. Bir sürü rock yıldızı süslüyordu evimin duvarını. Onların hayatlarına çok özenmiştim. Ben öyle biri olamadığım için onların anılarına bakıp bakıp iç geçirerek, acınası bir hayat yaşadığımı hatırlıyordum her seferinde.
Enişte çayından sesli bir şekilde içtikten sonra, artistlik bir hareketle çayını tabağına koydu. Bunları yaparken serçe parmağı dik ve havadaydı. Yakın gözlüklerinin üzerinden o duvara baktı. Kocaman bir yüzük takan incecik ve yaşlılıktan yamulmuş parmağı ile duvarı işaret etti.

“Müzisyenim demiştin, o resimdekiler orkestra arkadaşların mı” dedi. Hiç düşünmeden “Evet” dedim.
“Şu büyükçe çerçevede olan, üstü çıplak bıyıklı, dişlek adam var ya. Faruk onun adı. Faruk Bulsara. Çok kral adamdır. Çok severim. Maalesef kaybettik çok uzun zaman önce” diye ekledim. “Öyle mi? Başınız sağ olsun evladım. Çok yakının mıydı?” dedi enişte. “E tabi yakınımdı. Aslına bakarsanız herkesin yakınıydı…” derken eşimle göz göze geldik. Yüzündeki donuk ifade, -aslında gülümsüyordu- bana yaptığım şakanın ne kadar yersiz ve hiç de komik olmadığını anlatıyordu. Hatta bu öyle bir bakıştı ki, onun sesini duyabiliyordum kafamda. “Utanmıyor musun yaşlı başlı adamla dalga geçmeye. Ne var ki, sordu sadece. Nereden bilsin adamcağız, onların kim olduğunu?” Aynı telepatik frekansla karıma yanıt vermeye çalıştım. “Yapma, bunda bir şey yok ki. Biliyorsun isteğim ve irademin dışında, senin hatırına burada bulunuyorum. Sadece olayı biraz eğlenceli hale getirmek istedim” Ama o bunu asla anlamadı. En azından bakışları öyle gösteriyordu. Bu kez telepatik olmayan, direkt ses telleri ve dili aracılığıyla bana şöyle dedi: “Yardım eder misin lütfen, kurabiyeler içini çekmiştir. Beraber servis yapalım.”

Beraberce mutfağa gittik. Daha önceden hazırlanmış tabakların içine kısır, patates salatası ve kurabiye koyarken usulca mırıldandı;
“Bu konuları daha önce konuşmuştuk. Lütfen böyle tuhaf hareketler yapma, mahcup olacağım diye ödüm kopuyor. Komik duruma düşüreceksin beni” Bunları söylerken gülümsüyordu. Ama bu gülümseme az sonra boğazını keseceği kuzuya yaklaşan bir kasabın gülümsemesinden farksızdı. “Tamam canım. Affedersin. Şimdi içeri geçince o bahsettiğimiz adamın kim olduğunu söyler, özür dilerim” dedim aynı soğuk gülümseme ve duygusuz ses tonu ile. “Hayır sakın bunu yapma, kapat meseleyi” dedi güzel eşim.

Çaydanlıktan buhar çıkıyordu. Evi çok güzel bir koku sarmıştı. İçeriden gelen minik kahkahalar ve tatlı görünen sohbet, eve ruh katıyor gibiydi. Aile’nin bir kısmı buradaydı. Çoğu insan için sıcak bir ev atmosferi sayılabilecek bu ortam, benim ait olmadığım bir yerdi. Buz gibi, benden hiçbir parça taşımayan, duvarları bembeyaz kireçle boyanmış, beyaz bir ampulle aydınlatılan bir tımarhane gibiydi ev. Oysa ne umutlarla yola çıkmıştık. Ama bunun için kimseyi suçlamıyorum. İkinci eşimden de ayrıldığımda herkes bana aman üçüncüye sakın bulaşma demedi. Bilakis, herkes “Allah’ın hakkı üçtür kardeş” dedi. Ben de bu gazla üçüncü defa evlenip, başımı hiç olmadığı kadar derde sokmayı başaran, yaşadıklarından asla ders çıkaramayan bir geri zekâlı olarak altın harflerle yazdırmıştım adımı evlilik kurumunun anı defterine.

Bunları düşünürken eşim elime iki tane tabak tutuşturdu. “Bu Namık eniştemin, bu da halamın” dedi. “Eniştemin şekeri var, ona özel kurabiye yaptım, aman karıştırma” diye de ekledi. Namık enişte, bu ailede benden daha önemliydi. O an bunu anladım. Sarımsaklı yoğurt sevmememe rağmen sofraya konan yoğurt her zaman sarımsaklıydı. Kahvaltıda yenen zeytin bence güzel bir zeytinyağı-baharat karışımının içinde olmalıydı. Birkaç defa söyledim tercihimi. Ama bizim kahvaltımızdaki zeytin, şöyle bir sudan geçirilip, o şekilsiz garip kahvaltı çanaklarına konuyordu. Namık Enişte’ye çok imrendim. Elimde tabaklarla salona geri döndüm. Sağ elimdeki tabak Namık eniştenin tabağıydı. Onu halaya, şekerli kurabiyelerin olduğu diğer tabağı da enişteye verdim. Hala, çay bardağını uzattı. “Hazır ayaktayken, bana bir açık çay koyar mısın oğlum?” ‘Koyarım tabi. Neden olmasın. Zaten ayaktayım. Ayakta olduğum için her şeyi yapabilirim şu an. Açık çay koymak ne ki? Daha fazlasını istemelisiniz benden. Mesela ellerimi kullanmadan, ağzımla bir kuş tutsam ve size sunsam? Olur, mu acaba? Etkilenir misiniz bu avcı hareketimden? Yoksa bu kuş neden mavi değil diyerek atıp, kafanızı havalı bir şekilde yana mı çevirirdiniz beyaz, bigudi ile kıvırcık hale getirilmiş saçlarınızı savurarak?’ “Hemen koyayım” dedim, hızlı adımlarla mutfağa geçtim.

****

Sokak kapısı kilitliydi. Üzerinde anahtar da yoktu. Açamadım…
Hayatım boyunca defalarca kendimi komik duruma düşürmüş, zor durumda bırakmıştım lâkin hiç bu çapta bir şey yaşamamıştım. Neler olduğunu hatırlamadığım gibi kötü kokulu evden de çıkamıyordum. Koku; nem, rutubet gibi bir şey değildi. İnsan kokusu da değildi. Tuhaftı, iğrençti. Bilindik, alışageldik yaşam kokularına benzemiyordu. Anahtarı bulmam gerekti. Kadının çantasında olamazdı. Etrafta bir yerlerde olmalıydı. Giysilerimizi salonda çıkardığımıza göre anahtar oralarda bir yerde olabilirdi. Salona geçip hızlıca etrafa bakındım. Masanın üzerindeki gazetelerin arasına, sehpaların altına… Yoktu. O an aklıma çocuk geldi. Kızın bir odası yoktu. Muhtemelen gece bu odada uyuyordu ama nerede? Salonda gece üzerinde uyunmuş bir yatak intibaı bırakacak belirti yoktu. Annesinin yanına gitmiş olabileceğini düşündüm. Anahtarı aramaya devam etmeliydim. Mecburen yine pis kokulu yatak odasına girmek zorundaydım. Kapının gıcırdamasını umursamayarak tekrar odaya girdim. Koku, yine yüzüme çarptı.

Kadın, hala uyuyordu. Ama yatış biçimi öyle şekilsizdi ki… Saçları hala yüzündeydi, suratı net olarak görünmüyordu. Hızlıca kadının tuvalet masasındaki eşyalara göz gezdirdim. Çakma parfümlerin, garip süs eşyalarının arasında anahtarı aradım, bulamadım. Tekrar küçük kızı hatırladım. Annesinin yanında değildi, yatakta sadece kadın yatıyordu. Bir an nefes alamadım. Aklımdan binlerce düşünce geldi, geçti. Beynim bana oyun oynuyor olmalıydı. Tuza ihtiyacım vardı. Karnım açtı, su içmeliydim. Ama bunların hiçbirini yapamıyordum. Bir de panik ve oradan çıkma hissi eklenince, küçük kızın bir halüsinasyon olabileceğini varsaydım. Daha doğrusu öyle düşünmek işime geldi. Bu odadan çıkmak için kadını uyandırmam gerekti. Artık buna mecburdum. Usulca yaklaşıp çıplak omzuna dokundum. Uyanmadı. Hızlı bir şekilde sarstım.

***

Beşinci biradan sonra çakır keyif olmuştum. Kendimi yerleştirdiğim bardaki o küçücük aralık biraz genişlemiş, bana daha konforlu bir alan sağlamıştı. Vakit geç olmuştu. Bar artık ilk geldiğim anki kadar kalabalık değildi. Müzik de ritmini yitirmişti. Ağır ve acıklı bir blues çalıyordu. Şarkıyı söyleyen adam annesine onurlu bir yaşam için nelere katlanması gerektiğini anlatıyordu. Tuzlu fıstık kasesinin dibinde kalan son yarım fıstık parçalarını ağzıma attım. Biramdan bir yudum daha alıp bardağı havaya kaldırdım. Barmen beni tanıyordu. Hemen elimdeki birayı alıp fıçıdan yeni bir tane doldurdu. Üzerinde bir parmak köpükle beraber yavaşça önüme bıraktı. Buz gibi, şahane bir bardak bira daha…Etrafıma şöyle bir baktım. Neşeli adamlar, kadınlar. Cumartesi gecelerini dışarıda geçirmeye ant içmiş -gündüz beyaz yakalı, akşam marjinal- insanlar. Birkaç adamın beyaz gömleklerinin altından dövmeleri görünüyor.
Zihnim geçmişe gitti. Saçlarımızı uzatıp ‘Rock’n Roll’ olmaya başladığımız 80’lerin sonlarına, 90’ların başlarına. Arıza dediler, sorunlu gençler dediler şimdikilerin aksine çok ciddi politik görüşlerimiz olmasına rağmen… Kovboy çizmelerimizle dalga geçtiler, saçımız uzun diye cinsel şakalara maruz bıraktılar. Dövüldük, dövdük de… O zamanlar iyi bir insandım. Böyle değildim. Keşke Tanrı ikinci bir fırsat verse de o günlere geri dönsem. Kadınlara yaptığım hataların, kötülüklerin hepsini telafi etsem…

Bunları düşünürken bar tahtasındaki telefonuma hepsi eşimden gelen yüz ellinci mesajı gördüm. Telefonu elime aldım. Önceki yüz kırk dokuz mesajı es geçip sonuncuyu okudum. “Hayvan herif, o…. çocuğu! Bardağı taşıran son damla oldu bu. Sen ne hakla böyle bir kabalık yaparsın aileme? Nasıl kaçıp gidersin, ben ne diyeceğim şimdi? Bitti.  Hemen yarın işlemlere başlıyorum. Bir daha sakın…” This I love, çalmaya başladı.  Guns’ı severim oldum olası. Axl bile kilo almış, sesi iyice çatallanmış. Severim bu şarkıyı. Gözlerimi kapatıp kendimi ana bırakmaya karar verdim. Ruhunu satanlara, unutanlara bir selam çaktım aklımda. Ben de bunlardan biriydim. Şarkıyı dinlerken emin oldum… Ruhumu epey önce bir sandığa kapatıp, üzerini hayatın entrikalarını anlatan kalınca kitaplarla doldurmuştum. Artık istesem de açamazdım. Kilidi pas tutmuştu. Sandığın anahtarını kaybetmiştim. Asla da bulamayacaktım. Ruhum sonsuza dek o sandığın içinde hapsolmuştu.

****

Büyük halaya, talimatı üzerine açık bir çay doldurdum. Eşim hala tabaklara birtakım yiyecekler koyuyordu. Çayı götürmeden önce içine tükürdüm. Sonra gidip kadına verdim. Hala bayıla bayıla içti. Varisli bacaklarındaki ince çorapları rulo halinde bileklerine dek indirmişti. Yeşilimsi beyaz bacaklarından gözlerimi derhal kaçırdım.
“Teşekkür ederim evladım, inşallah senin de çoluğun çocuğun olur da sana böyle çay getirir” dedi kinayeli bir eda ile. Aptal biri değilim. Ne demek istediğini çok net olarak anladım. “Bir süre düşünmüyoruz çocuk falan. Biraz hayatımızı yaşayalım değil mi” dedim son derece kendinden emin olmayan güvensiz ve alçak bir ses ile. “E tabi gençsiniz, gezin eğlenin ama yaş da geçiyor oğlum. Bir an önce yapın bir bebek. Sonra yaşlanınca kim bakacak size.”
Televizyonda iki tane çam yarması birbirlerine bağırıyorlardı. Sunucu adam da sözde onları sakinleştirmeye çalışıyordu, ama niyeti bu değildi. TV’nin sesi de açılmıştı. Yaşlı hala, benim seks hayatımı çoktan unutmuş, saldırgan dallamalara odaklanmıştı. Eniştelerden daha az konuşan diğeri, ağzına kısırla dolu bir kaşığı sokmaya çalışıyordu. Kısmen başardı, bir kısmı yere döküldü, ama o bunu fark etmedi. Usulca ayağa kalktım, aralarından geçip odadan çıkarken salonun kapısında eşimle karşılaştım. Göz göze geldik. Bana “nereye gidiyorsun?” demedi. Ben de bir şey söylemedim. Asli görevi elindeki iki tabağı içerideki ihtiyarlara ulaştırmaktı. Birbirimize değmeden, salonun kapısından aynı anda geçtik. Montumu giydim, motorun anahtarları cebindeydi. Ses çıkarmamaya özen göstererek sokak kapısını açtım. Kapının önündeki ayakkabı kümesinin en uzak noktasındaki botlarıma diğerlerinin üzerlerine basarak ulaştım. Enişte ve halaların ayakkabıları ezildi, büzüldü. Botlarımı giydim, sokak kapısını yavaşça kapadım. Apartmanın demir kapısını açınca yüzüme vuran temiz hava beni biraz da olsa kendime getirdi. Motora asılı olan kaskımı taktım. Motoru gürültüyle çalıştırıp gaza bastım. Tüm mahalle motorun sesiyle doldu. Ben sokağı terk ederken, telefonum çalmaya başladı. Kulaklığımı takmamıştım. Kimin aradığını göremedim ama muhtemelen eşimdi. Otobana çıktım, niyetim bir an önce Karga Bar’a, kendi habitatıma dönüp, ruhumu bıraktığım, sakladığım yere varabilmekti.

****

Kadın yine uyanmadı. Omuzlarından daha şiddetli sarstım. Uyanmadı ama olduğu yerde döndü. Saçlarının arasından yüzünü gördüm. Hem herkese benziyor hem de kimseye benzemiyordu. Tam bir yerlerden tanıyor olabileceğimi düşünürken yüzü değişti. Bambaşka bir kadın oldu. Saçları renk değiştirdi. Kuzguni siyah yerini açık kumral bir renge bıraktı. Yüzü hızla değişiyordu. Buna rağmen hala uyuyordu. Artık tamam dedim. Ben ya delirdim ya da susuzluk ve akşamdan kalma durumu yapıyor bana bunları. Delirmiş olma ihtimalim daha fazlaydı. Yatak odasının kapısındaki gölgeyi görünce irkildim.
Küçük kız orada öylece dikiliyordu. Elinde az önce vermek istediğim küflü ekmek parçası vardı. Işık arkasından geldiği için siluet gibi görünüyordu. “Teşekkür ederim” dedi, arkasını dönüp ışığın içinde kayboldu gitti. Beynimde kıvılcımlar oluştu. Kafa derimin içinde binlerce ateş karıncası, kalın kafatasımı delip zihnime, aklıma, beynime girmeye çalışıyor gibi hissettim.
Kadının yüzü artık daha hızlı değişiyordu. Bu hayal olamazdı. Gerçekten oluyordu. Ateş karıncaları kafatasımı delip beynime girmeye başladığında kadının suretlerinin tanıdık simalar olduğunu fark ettim. Hepsini tanıyordum. Kandırdığım, kalbini parçaladığım mutsuz ettiğim iyi kadınlardı bunlar. Suretler, vicdan azabımın bana oynadığı oyunlar gibiydi. Ellerimle kafamı tulup sıkmaya başladım, yere düştüm. Acıyla kıvranıyordum. Galiba bu kötü kokulu evde ölüp gidecektim.

Kadın yatakta doğruldu. Artık sadece yüzü değil, bedeni de değişiyordu. Az önce tombul bir kadınken, şimdi uzun ve ince güzel görünümlü bir kadın olmuştu. Sonra yine değişti. Kısa boylu ve sarkık memeli birine dönüştü. Yataktan indi, yerde acıyla kıvranan bedenimin yanından geçti gitti, küçük kızın kaybolduğu ışığın içinde kayboldu.
Zorlukla ayağa kalktım. Ateş karıncaları artık beynimin kıvrımları içinde dans ediyordu. Tutunarak parlak ışığın içine doğru yürümeye başladım. Birden güneş açmıştı sanki, her yer ışıl ışıldı. Ama koku hala vardı. Hayvan organlarıyla pişirilen cehennem kurabiyesi kokusu adını verdim buna. Işığın içine girdiğimde, kafamdaki ateş karıncaları durdu. Hepsi patır-patır kulaklarımdan, burun deliklerimden dışarı düştü. Ölmüş olmalıydılar. Az önceki acıdan eser yoktu. Ev aynıydı. Sadece daha aydınlıktı. Yanımdan geçip giden kadın, salondaki yeşil koltuğa oturmuş kızı emziriyordu. Kız, meme emmek için biraz büyüktü ama nihayetinde karnı doyacaktı işte. O anda buna sevinebildiğime şaşırdım. Kızın yüzüne dikkatlice bakınca şaşırdım. Ürkütücü derecede bana benziyordu. Tekrar orayı terk etme hissi sardı her bir hücremi. Hemen solumdaki sokak kapısına hamle yaptım. Kapı da değişmişti. Artık o çelik, ruhsuz sokak kapısı değil, bir sandığın kapağı gibiydi. Ortasındaki kocaman anahtar deliğinin içinde vıgır-vıgır kaynayan çıyanlar, yılanlar vardı. Bazıları çıkıyor, bazıları giriyordu delikten. Sandık, tam da barda ruhumu hapsettiğimi düşündüğüm sandıktı.

Kaybolmuş ruhumu tatlı bir uyuşukluk kapladı. Kabullendim. Neden burada olduğumu, neden bu kötü kokulu evden çıkamadığını idrak ettim. Altıncı biradan sonra bardan çıktıktan sonra neler olduğunu hatırladım. Motora binip ara sokaklardan hızlıca geçip, otobana çıktığımı anımsadım. Kontrolü kaybedip on iki tekerlekli o büyük kamyonun altına nasıl girdiğimi, koca aracın bedenimin üzerinden nasıl geçtiğini… Hepsini tek tek hatırladım. Kabullendim… Işık her yerimi sardı.

İnsanlar kendi cehennemlerini kendileri yaratırlar. Bu kötü kokulu ev benim cehennemim. Tanrı nihai kararını verene dek, hapsettiğim ruhum ve bile isteye acı çektirdiğim kadınların hepsini temsil eden kadın ve öz kızımla beraber bekleyeceğim. Bu döngü kim bilir ne kadar devam edecek…

Beni uykudan uyandıran şiddetli baş ağrısı oldu. Gözlerimi araladığımda tepemde her zamanki tavanı göremeyince, gözlerimi biraz daha açmaya karar verdim. Yarı uykuda gibiydim. Bu benim tavanım değildi. Odanın kokusu, ışığı da her zamanki yatak odam gibi değildi. Etraf çok kötü kokuyordu…

Serhat Filiz





Blog Etiketleri :
IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.