Kuytu Ev I Ali Çiğdem
13-12-2023
03:26
İki arkadaş, her zaman olduğu gibi çağıldayan derenin kenarındaki büyük kayanın üzerinde oturmuş dalgın ve kederli bakışlarla derenin akan suyunun hipnotize edecek kadar tek düze olan sesine ve ahengine kapılmıştı. Kederliler, zira bu sıkı kardeşliğin üçüncü halkası olan Hasan yanlarında değil. Tam üç aydır bir türlü ulaşılamayan arkadaşları bir akşamüzeri sırra kadem basarak ailesinin ve iki yakın arkadaşının hayatından çekilip gitmişti ya da götürülmüştü. On dört yaşındaki çocuk tek başına nereye gidebilirdi ki? Hasan kayıplara karıştığında jandarma ekipleri ve gönüllü köylüler tüm bölgeyi karış karış aramış ancak ne dirisine ne de ölüsüne ulaşabilmişti. Ailesi çocuklarının kaçırıldığını düşünüyordu. Jandarmaya göre ise işin içinde cinayet olabilirdi. Ailesinin kimseyle en ufak bir husumeti yoktu ancak İlyas’ın babası komutanla konuşurken bizzat ondan duymuştu, bu tür kayıp vakalarının çoğunda akraba veya yakın çevreden birilerinin husumeti sonucu işlenen bir cinayet olduğunu söylemiş. Alınan ifadelerde gerek kolu komşu gerek Hasan’ının ailesi ve akrabalar böyle bir husumete dair en ufak bir şey dahi söylemese de jandarma ekipleri özellikle bu şüphe üzerinde duruyormuş. Ailesi, Hasan’ın kaybolduğu günden beri matem içinde. Annesi hala ağlamaya ve oğlunun arkasından ağıtlar yakmaya devam ederken, babası, abileri, amcası ve diğer akrabaları adeta yürüyen birer ölü gibi ifadesiz donuk yüzlerle köyde dolaşmakta. Sürekli gözleri yollarda, kulakları telefonlarda. İyi veya kötü bir haber bekliyorlar. Annesinin ağlamalarını ve ağıtlarını komşuları duyuyor ve böyle devam ederse kadıncağızın kederden hastalanacağını söyleyip onun haline üzülüyorlarmış. Kadıncağız yemeden içmeden kesilmiş “Gitti guzum, Hasanım nerelerdesin, hangi ellerdesin, kimler alıkoydu yavrumu?” demekten ağzına doğru dürüst ne bir damla su ne bir lokma girermiş ne de gözlerine bir uyku…
Atilla ve İlyas, her zaman üç arkadaşın buluştuğu, oturup saatlerce sohbet ettiği, birlikte yaptıkları birçok şeyi tartışıp kararlaştırdıkları, dertlerini, hayallerini, sevinçlerini ve hüzünlerini paylaştıkları büyük kayanın üzerinde oturmuş Hasan’ı ve akıbetini düşünüyorlardı.
“Sence gerçekten de okuldakilerin dediği gibi internetten tanıştığı birileri mi onu kandırıp kaçırdı?”
İlyas bu fikri saçma bulduğunu ima eden yüz ifadesi ile cevap verdi:
“Bizden başka samimi olduğu kimsesi yoktu ayrıca öyle olsa bile bize mutlaka bundan söz ederdi.”
“Ya sandığımız gibi değilse ya söylenenler doğruysa? Nihayetinde insan bu, illaki herkesin bir yerlerde gizli saklı şeyleri vardır.”
“Saçmalama oğlum, Hasan asla bizden bir şey saklamaz.”
İlyas ile Atilla çağıldayan derenin yeşil vadi boyunca uzanan manzarasından bakışlarını çevirip birbirlerinin gözlerine baktılar.
“Biz de saklamadık.” Dedi İlyas.
“Tabi ki biz de saklamadık oğlum. Ama yine de…”
“Yine de ne?”
“Yinesi şu: bakılmadık yer aranmadık kuytu köşe kalmadı ve on üç gün geçmesine rağmen en ufak bir iz yok. Öldürülmüş olsa ya da ne biliyim ayağı kayıp başını bir yere vurup ölmüş olsa cesedine ulaşılırdı bir şekilde. Yani geriye başka ihtimal kalmıyor.”
Bu uzun konuşma Atilla’nın sarışın suratının biraz kızarmasına ve alnındaki damarın şişmesine neden olmuştu. İlyas ise aklında parlak bir fikir belirivermiş veya günlerce çözemediği bir matematik sorusunun cevabını bulmuşçasına parlayan gözlerle ona bakıyordu. Atilla onun bu bakışlarına kayıtsız kalamadı:
“Ne oldu lan? Aklına bir şey mi geldi?”
“Evet oğlum, sen az önce ne dedin?”
“Bir sürü şey dedim, hangisini kast ediyorsun?”
“Az önce dedin ya! Bakılmadık yer, aranmadık kuytu köşe kalmadı, dedin ya!”
“Evet, dedim ne olmuş?”
“Kuytu köşe deyince kafamda bağlantılar oluştu.”
“Neyin bağlantısı? Adamı çatlama da söyle lan!”
“Şu etrafında kestane ağaçları olan Kuytu Ev dediğimiz yer var ya…”
“Şu yaşlı kadının tek başına yaşadığı ıssız eve diyorsun”
“Evet orası, hani çocukların korkup etrafından dolanarak geçtiği ev,” diye karşılık veriyor Atilla.
“Aynen orası…”
“Tamam da ne olmuş oraya?”
Çatık kaşları ile hala bağlantıları çözememiş arkadaşına bakan İlyas cevap verdi:
“Lan oğlum jandarma her yere baktı ama özel mülk olduğu ve sahibi yaşlı kimsesiz bir kadın olduğu için oraya bakmadı.”
“Tamam anladım. İyi de ne var bunda?”
“Amma da şebeksin ha! Lan oğlum biz de dahil tüm çocuklar neden tırsarak oranın etrafından dolaşıyoruz? Kadının cadı olduğu, çocukları yakalayıp yediğine dair söylentileri bilmeyen yoktur.”
“Haklısın, bu yüzden asla yalnız başıma oralara yaklaşmam. İyi de ben geçenlerde anneme bundan söz edince bana bunun yalan olduğunu haylaz çocukların yaşlı kadını rahatsız edip bahçesine ve meyve ağaçlarına zarar vermesinler diye yetişkinlerin uydurduğu bir hikâye olduğunu söyledi.”
İlyas elini çenesine götürdü ve taşlara, kayalara çarparak köpürüp gürüldeyen derenin serin sularına baktı. Aklının ucunda, gizli kalmış bir şeyi düşünür gibi yaptı.
“Ya gerçekse ve Hasan’ı o kaçırdıysa?”
Atilla dönüp onun dalgın ve düşünceli haline bakıp bu ihtimalin gerçek olabileceğini düşündü. İlyas tekrar dönüp ona baktı ve iki arkadaş göz göze geldiğinde bu ürpertici ihtimale bir an dahi olsun inanmanın verdiği korkuyu iliklerine kadar hissettiler. O an ormanın derinliklerinden gelen hışırtılar ve rüzgârın sesi ilk defa tüylerinin diken diken olmasına sebep olmuştu.
“Peki ne yapmamızı bekliyorsun?” dedi Atilla
“Gidip bakalım derim.”
“Ne zaman?”
“Bugün, şimdi, karanlık çökmeden…”
“Bence büyüklerimize haber vermeliyiz.”
“Saçmalama oğlum, kimse bize inanmaz. Dalga geçerler, üstüne bir sürü azar işitiriz.”
“Haklısın.”
“Hasan için yapmalıyız bunu. Ne kadar inanılması güç bir ihtimal olsa da onun için yapmalıyız yoksa ömür boyu bu vicdan azabıyla yaşayıp ya gerçekse, deyip dururuz.”
“Kesinlikle… İlk söylediğinde bana mantıksız gelmişti ama şu an düşük bir ihtimal de olsa Hasan’ın orada olabileceği düşüncesi aklımı kemirmeye başladı bile.”
“Hadi öyleyse bu sorunun cevabını bulmaya gidelim!”
İki arkadaş güneşin batmasına iki saatten az bir süre kala beş kilometre uzaklıktaki Kuytu Ev’e varmak için yola koyuldular.
Yaklaşık kırk dakikalık yorucu bir yürüyüşün ardından Kuytu Ev’i, kestane ağaçlarının arasından görebiliyorlardı.
Evin duvarlarına doğru sinsice yürürken yaşlı kadına görünmediklerinden emin olmaya çalıştılar. Duvar yüksek olduğu için doğrudan aşabilecekleri bir engel değildi ama biraz ileride evin arka tarafına denk gelen bir yerde duvara yakın dal budak salmış yaşlı ve dalları sağlam bir kestane ağacı vardı. Ona tırmanıp içeri girmeyi denemekten başka çareleri yoktu.
İlyas, sertçe yere bastığında az da olsa çıkardığı sesin birileri tarafından duyulup duyulmadığını anlamak için nefesini tutarak dikkatlice etrafı taradı. Etrafın güvenli olduğuna emin olduktan sonra dönüp ağacın tepesinden ona bakan Atilla’ya gelmesi için işaret verdi.
Ses çıkarmamak için yerdeki kuru ağaç dallarına dahi basmamaya gayret ediyorlardı. Pencerelerin dibinden eğilerek giriş kapısına kadar gelmelerine rağmen hala evden ne bir ses ne bir seda vardı. İçeride kimsecikler yokmuş gibi, sanki ev tamamen terk edilmişti. Son zamanlarda yaşlı kadını gören pek olmamıştı. İkisi de yaşlı kadının evde yalnız başına ölmüş olabileceğini düşündü nasıl olsa bir ayağı çukurdaydı.
Kapının aralık olduğunu görünce içlerine bir kurt düştü ancak ortalığın ölüm sessizliği onlara cesaret vermeye devam ediyordu. Önde İlyas arkada Atilla, iki arkadaş gündüz vakti kümese giren hırsız tilki misali kapıyı hafifçe aralayıp içeriye adım attılar. Evin girişinde birer heykel gibi hareketsiz kalıp bir süre içeriyi dinlediler. Kalp atışları sanki evin içinde yankılanıyordu. İkisinin de belinden akan soğuk ter kalçalarının arasına süzülünce ellerinde olmadan irkiliyorlardı. Dışarısı hala aydınlık olmasına rağmen içerisi karanlıktı sebebi de evin tüm perdelerinin çekilmiş olmasıydı. Anlaşılan yaşlı kadın gün ışığından veya meraklı bakışlardan pek hoşlanmıyordu. Sol tarafta üst kata ve aşağıya giden merdivenler vardı. Sağ tarafta ise mutfak ve birkaç odaya açılan kapı vardı. Hepsi de ardına kadar açıktı. Mutfağın kapısına yaklaştıklarında merdivenin ahşap basamaklarını adımlayan birinin gelmekte olduğunu duydular. Ses aşağıdan geliyordu. Panikleyerek birbirlerine tutundular. Neyse ki İlyas cesaretini topladı ve mutfağın tam karşısında, yukarı çıkan merdivenin alt boşluğundaki gardırobu işaret etti. Dolabın hacmi ikisini de içine alabilecek büyüklükteydi. Hızlı ve sessiz olmalıydılar zira ahşap merdivenin cızırdamaları ve inlemeleri gelen kişinin iri yapılı ve yaşlı birine göre oldukça hızlı biri olduğunu gösteriyordu.
İlyas dolabın kapağını yavaşça kapattığında ayak sesleri mutfağın girişine iyice yaklaşmıştı. İki arkadaş nefes dahi almaktan kaçınarak sessiz kalmaya çalışıyordu. Bir yandan içeride olup bitenleri anlamak için kulak kabartırken bir yandan da kafalarının içinde inanılmaz bir yakarışla Allah’a dua ediyorlardı, yakalanmamak için. İkisinin de suratı ve ensesi kan ter içinde… Mutfaktan bir yandan kap kacak bir yandan da keyfi yerinde birinin mırıltı sesleri geliyor. Bilindik bir şarkı veya türkü olmadığı kesin ancak ne olduğu da anlaşılmıyordu. Tencereye ağır bir şey koyuyor zira tezgâhtan tok bir ses çıkarıyor. Daha sonra tencerenin altı metal evyeye sertçe değince metalik bir ses çıkıyor. Musluk sonuna kadar açılıyor ve tazyikli su bir süre tencerenin içine akıyor. Ardından keyifli mırıltı sesi tencereyi alıp ocağa koyuyor ve çakan çakmak sesinden tencereyi ateşe koyduğu anlaşılıyor. Ocağın güçlü alevlerinin sesini rahatlıkla duyabiliyorlar. Güçlü ve hızlı adımlar mutfaktan çıkıp tekrar bodrum kata iniyor. Bir süre daha kımıldamadan öylece bekliyorlar. Ev tekrar ölüm sessizliğine gömülüyor. İlyas dolabın kapağını yavaşça kademeli şekilde açıyor. Her kademede dışarıda kimse olmadığından emin olmaya çalışıyor. Mutfağa doğru ilerlerken Atilla onu kolundan yakalıyor. Korku ve heyecandan yuvalarından fırlamaya hazır gözlerle nereye böyle? Dercesine onunla göz göze geliyor. İlyas önce yutkunuyor sonra da aklından geçen o korkunç ihtimali bakışlarıyla sessiz bir şekilde ima etmeye çalışıyor. Gidip o yaşlı cadalozun tencereye ne koyduğuna bakmalıyım, diyor. Parmaklarının üzerlerinde yürüyerek ocaktaki tencerenin başında beliriyorlar. İlyas elini tencerenin kapağına atıyor. Gümleyen kalbi sanki tencerenin içinde. Öyle heyecanlı ki sadece elleri değil tüm vücudu titriyor.
İkisinin meraklı ve korku dolu gözleri kapağın altından çıkacak görüntüye odaklanmış. Kapağı yavaşça kaldırmaya başladığında sanki tüm zaman yavaşlıyor, bir şey kafasının içindeki beynini tutup sıktığını hissediyor. Kapağı kaldırıp yana çekti. İki arkadaş aynı anda tencerenin içini daha iyi görebilmek için üzerine eğildiler. Karşılaştıkları manzara ikisinin dilinin tutulmasına, dizlerinin bağının çözülmesine ve adeta ruhlarının bedenlerinden çekilmesine sebep oluyor. Hasan’ın deforme olmuş kafası, tencerenin içinde ısınmakta olan suyun içindeydi. Henüz çözülmeye başlamış buzlardan da anlaşılacağı üzere yaşlı cadı onu şimdiye kadar derin dondurucuda muhafaza etmişti. Kendilerini içinde buldukları, gerçek olmasına binde bir dahi ihtimal vermedikleri bu korkunç gerçeğin şokunun içinden çıkıp oradan hemen kaçmaları gerektiğini düşünüp arkalarını döndüklerinde iri cüssesi ile kapının girişini tamamen kapatan elinde balta olan ve şeytani gülümsemesi ile onları bekleyen biri vardı.
“Akşam yemeğine kalmaz mısınız çocuklar?” sesi kulak tırmalayıcı ve bir o kadar da ürperticiydi.