İnsana Dair | Lalehan Bosnalı

12-11-2023 16:38
İnsana Dair  | Lalehan Bosnalı


Beklemek, umut etmek, alışmak üzerine,
 
Edebiyat soslu merdiven altı kişisel gelişim sayfama hoş geldin. Hayatı beklentiler üstüne kurma hali sanırım hepimizin sorunu. Gelecek için yaşamak. Ancak o beklentilerin gerçekleşmesi bazen uzun bir zaman alıyor, çoğu zaman da gerçekleşmiyor ya hani…
 
Bu konuyu örneklendirip, biraz düşünelim istedim.
 
Karakterimizin ismi Giovanni Drago. İlk görev yeri olan, Tatar Çölü’nde bulunan Bastiani Kalesi’ne atanan bir subay. Beklentisi, bu kalede askerlik görevini icra ederken, terfi alarak tayin olmak. Görevine, hayallerine ulaşma umuduyla başlasa da bekledikleri düşman bir türlü gelmiyor. Drago ise düşmanı beklerken birtakım alışkanlıklar geliştiriyor. Başlangıçta düşmanın gelmemesi yüzünden geri dönmeyi planlıyor, istiyor ancak hastalanıyor. Hastalığı yüzünden gitmenin mesleğine zarar vereceğini düşünerek, dört ay daha kalmaya karar veriyor. Zaman içinde kaleye, alışkanlıklarına bağlanarak, ailesinden, bir zamanlar sevdiği kadından nasıl uzaklaştığını okuyoruz. Romanın en acıklı yeri ise, çölün öbür ucundan beklenen düşmanın gelmesi, ama Teğmen Drago’nun artık çok hasta olması.
 
Dino Buzatti’nin başyapıtı Tatar Çölü’nde geçen bir cümle bize yaşamı nasıl değerlendirmemiz gerektiğini, kitabın karakteri Teğmen Drago’nun üzerinden sorgulatıyor.
 
Belirli bir zamanda arkamızda bir kapı kapanır ve bir şimşek hızıyla kitlenir; geri dönecek zaman kalmamıştır.
 
Bir diğer karakterimiz Cumpei Niki. Kendisi bir öğretmen. Hobisi böcek avcılığı. İşinden aldığı birkaç günlük izinle, deniz kıyısında bulunan bir kasabaya gider. Deniz kıyısında tanıştığı yaşlı adam; Cumpei’ye geri dönüş otobüsünü kaçırdığı söyleyerek, onu kalacak yer ayarlayabileceğine ikna eder. Asıl olansa kasabanın ileri gelenleri tarafından esir alınmıştır. Kum tepelerinin altına kurulmuş olan bu kasaba bedava insan gücü olarak; Cumpei gibi bir sürü insanı da kum küreterek çalıştırmaktadır. Çıldırır, kaçmak için yol arar, sonunda kaçar, ama yakalanır. Hep kaçmayı istediğini, planlarını okursunuz, fakat yaşadığı ortama alıştığını, evinde yaşadığı kadını mutlu etme düşüncelerini de okursunuz.
 
Kobo Abe’nin çok kıymetli olan -Kumların Kadını- romanının son cümlesi bize; yaşadığımız yere istem dışı hapsedilsek dahi alışmayı, bu alışkanlığın kemiklerimize kadar işlediğini bakın nasıl söylüyor:
 
Kaçmak için acele etmesine gerek yoktu. Elinde tuttuğu biletin gidiş dönüş kısımlarının altını kendi dolduracaktı. Ayrıca kurduğu düzeneği birilerine anlatmak için de dayanılmaz bir istek duyuyordu.
 
Buradan nasıl kaçacağını ertesi gün de düşünebilirdi.
 
Teğmen Drago, mesleği gereği düşmanı beklerken, Öğretmen Cumpei, mesleği gereği hapsedilip esir tutulduğu kasabada bütün gün kum küremenin aptalca olduğunu ve başka çözümler bulunabileceğini göstermeye çalışır.
 
Ancak her ikisi de kendilerinin uygun bulduğu sebeplerden, ya da aşılmaz buldukları engellerden dolayı bulundukları yeri terk edemezler.
 
Beklentilerimizin olması için; kendi alanımızda çaba sarf ederek, umudumuzu canlı tutup pozitif duygular içinde olmanın, insana huzur verdiğini söyleyebilirim. Ancak beklentilerimiz sonuçsuz kaldığında umutsuzluk yerine, hedef, yol veya yöntem değiştirmek, alışkanlıkların esiri olmamak bizi hayatta ve ayakta kılar. Sanırım; olayların karşısında esneyebilme, beklentiden vaz geçebilme, hedef değiştirebilme, bize hayatta kalmak için alan açıyor.
 
Stephen Hawking’e göre; Zekâ, değişime ayak uydurma yeteneğidir.
 
Teğmen Drago ve Cumpei Niki’nin başına gelenler sizce de çok trajik değil mi? Hayatımız bir prova değil, gerçek bir oyun. Boş umutlarla beslediğimiz beklentilerimizden vaz geçme cesaretinin gücü, bizi hayatı canlı canlı yaşama fırsatı vermez mi, ne dersiniz?
 
Sevgiyle kalın,
 
Dip sos: Tatar Çölü’nü iki farklı çeviriden okudum. Her ikisinin de gayet iyi ve anlaşılır olduğunu belirtmek isterim. Fakat Varlık Yayınlarını okurken, beynim; mis kokulu domates sos kullanılmış lezzetli penne yerken verdiği tepkiyi verdi.

Merhaba arkadaşım,

 

Edebiyat soslu, merdiven altı kişisel gelişim sayfama hoş geldin. Burada savaşlar, ihanetler kısacası insana dair konular seçip, çoğu zaman roman karakterleri, mitoloji, bazen de etrafımızdaki insanların davranışlarını tartışmayı, sorular sormayı, sizlerden cevap alamasam da duygularıma dokunan kısımlarıyla kendimi sorgulamayı hedefledim. Fakat hepimiz biliyoruz ki, biz bu davranışları tartışırken, soykırım da yapsak, komşumuza çamurda atsak, dünya denilen beş harfli küçük cümle, dönmeye devam ediyor. Her sabah gün aydınlanıyor, mevsimler değişiyor. Yani sistem, neyi nasıl yaptığımızla ilgilenmiyormuş, gibi değil mi?

 

Gerçekten öyle mi?

 

Beş sene önce, oldukları bölgede havaların ısınmasıyla, kışın geldiğini anlamayan ve bu yüzden göç etmeyen göçmen kuşların, diğer bölgede portakalları yiyen kurtların çoğalarak bütün mahsulü yok etmesine sebep olması, hayatlarımızın birbirine nasıl görünmeyen iplerle bağlı olduğunu göstermiyor mu?

 

Yani kelebek etkisi.

 

Attığın her adımın veya aldığın her kararın, dünyanın öbür ucunda tufana sebep olabileceğini bilseydin nasıl davranırdın? Sen bunu düşünürken, ben yılan taçlı Medusa’nın ilginç ve çok gerçekçi hikayesini paylaşmak istiyorum.

 

Tanrı soylu olmayan, ancak çok güzel bir kız olan Medusa, Tanrıça Athena (Zeus’un kızı) tarafından çok kıskanılır. Athena’nın kocası Poseidon (denizlerin tanrısı) Medusa’ya hayrandır. Bir gün bu hayranlıktan delirir, Athena’nın tapınağında Medusa’ya tecavüz eder. Bunu duyan ve aşağılandığını düşünen Athena, Medusa’nın saçlarını yılana, gözlerini ise, bakanları taşa çeviren bir Gorgon haline getirir. Ancak yıllar içinde Athena’nın içindeki öfke ve intikam ateşi sönmez. Perseus’la anlaşma yaparak, Medusa’nın kafasını kestirir. 

Eylemde bulunan esas kişi aslında Posedion olmasına rağmen cezalandırılan kişinin Medusa olması sana da tanıdık geldi mi? Kişisel zafiyetleri, ya da kocasının hastalıklı beyniyle yüzleşemeyen Athena’nın faturayı zavallı Medusa’ya kesmesi benim içimi çok titretir.

Hayatın genel akışı içinde; patronunun, eşinin, dostunun, sana yaptığı haksızlıkları çoğu zaman düzgün bir dille anlatamadığından öfkeni sana muhtaç olan insanlardan, sokaktaki kediden çıkardığında vicdan azabı çekiyor musun?

Sistemsel olarak dünya dönüyormuş ve yaptığın haksızlıkları umursamıyormuş gibi görünse de dünya bunu umursuyor. Bunu görmek için, alıcı gözle etrafına bakman yeterli. Ama dünyanın umursadığına seni inandıramadıysam, canını yok yere yaktıkların umursuyor.

 Charlie Chaplin bak ne demiş; “Neden bir mana arıyorsunuz ki? Hayat bir tutkudur, mana değil.”

Tutkusu yaşamak olan insanlar, manayı çoktan keşfetmiş olanlardır. Manayı keşfedenlerse sokaktaki kediyi, çocuğu yani ona muhtaç olanın canını yakmaktan çekinirler.

Hayattaki tutkunuzu bulmuş olmanız dileğiyle.




Merhaba arkadaşım,

 

Edebiyat soslu merdiven altı kişisel gelişim sayfama hoş geldin. Bugün merhameti mercek altına alalım istedim. Sömürüye son derece açık bir alan olduğu için, merhametle ilgili kafamızın çokça karıştığını inkâr edemeyiz sanırım.

 

Keza benim de!

 

Zincirlikuyu- Söğütlüçeşme arası akşam saati, nefes alınmayacak kadar kalabalık metrobüse zor bela bindiğim yolculuğumu hatırlıyorum. Bir sonraki durakta, hemen önümde oturan genç kadının inmesiyle, inanmayacaksınız ama, gökyüzüne havai fişeklerin fırlatıldığı bir an yaşadım. Nadiren şansım yaver gitmişti ve ben buna alışkın değildim. Aslında olayların geri kalanı olmasa o anı hiç hatırlamayabilirdim. Her neyse; mutluluk içinde oturduğum koltuktan, içeri topallayarak binen genç delikanlıya yerimi vermek için hızla kalktım. Öyle oflaya puflaya değil harbiden, isteyerek. İki durak sonra, topallayarak binen delikanlı, koşarak metrobüsten indi. İyi niyetimin sömürülmesi ve kendimi aptal gibi hissetmemin dışında o güne dair bir de yukarda bahsettiğim patlamayıp, sadece ıslık sesi çıkaran havai fişekleri hatırlıyorum.

 

Yaşanılan ihanetlerle yardım etme isteğimin köreldiğini fark ettiğimde bir farkındalık yaşadım…

 

Jack Griffith London’ın yazdığı birbirini tamamlayan -Yabanın Çağrısı ve Beyaz Diş- isimli iki şahane romanda geçen köpek ve köpek kurt karakterlerine gösterilen merhamet ve acımasızlığı en yalın haliyle nasıl yansıttıklarına bakalım.

 

İlk olarak Yabanın Çağrısı’nı yazmış, Jack London. Otoriteler, bu romandan başlanması gerektiğini söylüyor. Okumaya tersten başladığım için, bu bilgiye kesinlikle katılıyorum.

 

Buck

Yargıcın kendisiyle olan ilişkisiyse seviyeli ve ağırbaşlı bir dostluktan ibaretti. Ama şimdi sevgi hararetliydi, yakıcıydı, tapmaydı, çılgınlıktı ve John Thornton tarafından ortaya çıkarılmıştı.

 

Buck, babası St. Bernard annesi bir çoban köpeği olan uzun tüylü, güçlü bir köpektir. Güneyde yaşayan Yargıç Miller’ın sakin, lüks ve huzurlu hayatından koparılarak bahçıvan yamağı tarafından, kaçırılıp satılır. Bir ev köpeği olarak yetiştirilmiş olan Buck’ın hayat akışı bu andan itibaren değişir. Eski hayatını karakterize eden, zor beğenme huyunu hızla kaybeder, Kendisine ait olmayanı almak aklına gelmezken, açlık sınanır ve gözlemciliği ile öğrenir. Değişen ağır şartlara uyum kabiliyeti, genetiğinde bulunan amansız var olma içgüdüsüyle olur, ancak ahlaken çürümeye başlamıştır. Evcilleştirildiği için ölü içgüdüleri bu hayati değişimle, kendi türünün en eski ve vahşi haline dönüş yapar. Buck özüne dönmüştür.

Beyaz Diş

“Onun hamurunu yoğurup doğanın düşündüğünden çok daha acımasız bir şey haline gelmesini sağlayan, bu ortamdı, bu adamlardı.”

Romanın ismiyle aynı adı taşıyan kurt köpeği karakteri- Beyaz Diş’in- vahşi doğada hayatta kalması çocuk oyuncağıdır. Güçlü görüntüsü ve güzelliğiyle dikkat çektiğinden, merhametsiz insanların eline geçerek canavara dönüşmesinin fotoğrafını adım adım okursunuz. Onun hayatta kalma mücadelesini oyun, zevk ve para kazanma vesilesi yaparak neredeyse ölümüne ramak kala, tıpkı Yabanın Çağrısı’nda olduğu gibi, Beyaz Diş’de kurtarıcısına kavuşur.  İnsan olmanın erdemlerine sahip olan kurtarıcısının gösterdiği merhametle, ona ve ailesine ölümü göze alacak kadar büyük bir şükranla bağlanmasını okursunuz.

 

Beyaz Diş uysallaşır.

 

Evcil hayattan vahşiliğe doğru giden Buck ile, vahşi hayattan evcilliğe doğru giden Beyaz Diş’in sevgi ve merhameti hissettiği anda, ölümüne bağlanmalarının hikayesi.

 

Yaşadığım farkındalığı açıklayan en güzel cümleyi Mandy Reichwald sarf etmiş.

 

Gerçek merhamet insanlara içlerindeki gücü bulabilmelerini sağlayacak desteği vermekten geçiyor.

Fazlası değil.

 

Dip sos: Birçok çeviri de aslında Vahşetin Çağrısı olarak tercüme edilmiş olsa da Cihat Taşçıoğlu çevirisinde Yabanın Çağrısı olarak tercüme edilmiştir. Bunu da çevirmen şöyle açıklamış:

 

-Bu kitapta vahşete dair bir şey yoktur, dolayısıyla da başlığının Yabanın Çağrısı olması gerekir.- Açıklamasına katılmıyorum, ancak okuduğum çeviriden çok memnun kalarak son sayfayı kapattım.

Lalehan Bosnalı.


Blog Etiketleri :
IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.