“Bir düşün bakalım, neredesin hayatta? Daha ne kadar zamanın var?” demişti hocam birlikte yaptığımız söyleşimizde. Aylar sonra değerli hocam Mario Levi'yi kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşıyorum. Mario Levi sadece bir yazar değil aynı zamanda birçok yazar adayına ışık tutan usta bir rehber. Onun yanında kendinizi özgürce ifade edebilir ve hatta hatalarınızla da sevgiyi ve önemsenmeyi hak ettiğinizi hissedebilirdiniz. Türk edebiyatının usta yazarlarından biri olan Mario Levi, kalemi, eserleri ve sanatıyla bize unutulmaz anlar yaşattı. Onun ölümü, edebiyat dünyamız için büyük bir kayıptır. Eserleri insanların duygularına dokunarak onları derinden etkilemiştir. Onun yazdığı her satırda, insanlık, aşk ve yaşamın derinliklerine dair düşünceler bulunurdu. Mario Levi'yi kaybetmenin burukluğuyla, ailesine, sevenlerine ve tüm Türk edebiyatı camiasına başsağlığı dilerim. Onun eserleri ve sanatı, zamanla daha da değer kazanacak ve gelecek nesillere ilham kaynağı olmaya devam edecektir. Mekânın cennet olsun hocam...
Ayşen Gencer: Hocam öncelikle ricamı kabul edip geldiğiniz için teşekkür ederim. Ben de sizin eski bir öğrenciniz olarak size çok şey borçluyum.
Mario Levi: Rica ederim, tabii ki. İki farklı dönemde gelmiştin, biri çok daha uzak bir geçmişte. Hepsi de Mim Sanat Merkezi’ndeydi. Ara verdin, çok uzun bir aradan sonra tekrar geldin. İkinci gelişinde bayağı olgunlaşmış ve yazmaya hazır olmuştun.
Ayşen Gencer: İlk kitabımın sinopsisini de sizin dersinizde yazdım hocam.
Mario Levi: Doğru, doğru... Çok iyi hatırlıyorum...
Ayşen Gencer: İlk siz okumuştunuz... Her zaman söylediğim gibi bu söyleşide de diyeyim: aslında ben sizin rehber yönünüzü konuşmak istiyorum çünkü bana çok şey kattığınızı düşünüyorum. Bu katkı özellikle ifade özgürlüğü konusunda oldu. Şöyle ki: ben bazı şeyleri çok sert ifade edebilen bir yapıda biriyken, insanlar tarafından sürekli olarak “O öyle ifade edilmez, o böyle konuşulmaz!” şeklinde bir baskı üzerimde kuruldu. Ama sizin sınıfınızda bilakis bu yönlerimiz ortaya çıkartıldı. Yani ifade özgürlüğümüz çok desteklendi ve ben bugün o kitabı kendim gibi yazabildiysem, ileride daha iyisini yapabileceksem aslında bunu size borçluyum. “Ayşen bu ayıp, bu yapılmaz, bu söylenmez, edebiyatın sınırları budur, bunun içinde kal!” denseydi mutlaka ki benim kendime has yönlerim ve üslubum törpülenecekti. O yüzden ben burada size çok şey borçlu olan biri olarak, sizin özellikle öğretmen yönünüzü konuşmak istiyorum. Derslerinize birçok yerden, birçok yaş grubundan ve cinsiyetten kişi geliyor ama benim inancım aslında bu kişilerin ortak bir özelliği olduğu yönünde ve sizin bunu tecrübelerinizle tespit etmiş olduğunuzu düşünüyorum. Ben şunu çok merak ediyorum: bu ortak yön nedir?
Mario Levi: Aslında iki ortak yön var. Bir tanesi kolay açıklanabilecek olan: yazmaya hevesli olmak ve günün birinde bir kitap yayınlama hayalini taşımak, bunun için ne yapabileceğini görmeye çalışmak. Öncelikle bu var ve bu açıklaması kolay olan. İkincisi ise kendini bir türlü ifade edememiş olanların kendilerini ifade etmeye ihtiyaç duymaları ve bunun için bir ortam aramaları. Bu ihtiyaç söz konusu olursa zaten doğru yere gelinmiş olur. Benim atölyelerimde galiba ortak taraf bu.
Ayşen Gencer: Peki hocam, bu ihtiyaçlar ortak mı yoksa kişilere göre çeşitlilik gösterebiliyor mu?
Mario Levi: Kendini ifade etmeye olan ihtiyaç ortak. Ama sebepler farklı. Peki sebepler neden farklı? Çünkü geçmişler farklı. Temelde kendini ifade etmeyi amaçlıyor herkes.
Ayşen Gencer: Hocam şimdi şöyle bir durum var: zaten okuma oranı çok düşük bir toplumda yaşıyoruz ve gün geçtikçe sosyal medyanın da etkisiyle çabuk tüketilebilen, emek gerektirmeyen, düşünmeye sevk etmeyen şeylerle popüler olan insanlar bizim bu okuma oranımızı iyice düşürüyor. Yani yazar adayları ve yazmak isteyenler de bunun farkında. Bir kitap yazmak çok zor, buna zaman ayırmak çok zor; kitap yazmak emek, araştırma, bilgi toplamak, bilgileri birleştirmek ve kendinden bir şey katmayı gerektiriyor. Sizin reklam yazarlığı, reklamcılık alt yapınız da olduğu için soruyorum: bir eseri ortaya çıkardıktan sonra okurla buluşturmada çekilen zorluklara ne öneriyorsunuz?
Mario Levi: Şimdi birincisi şu: popüler edebiyat her zaman oldu. Birçok dönemde farklı şekillerde oldu... Mesela romanın altın çağı diyebileceğimiz bir dönem olan; Tolstoy, Balzac, Dostoyevski ve Dickens gibi yazarların bulunduğu 19. yy’da da popüler edebiyat vardı. Daha az emek isteyen, daha az dikkat isteyen, daha az bilgi isteyen kitaplar vardı.
Bunlar hep oldu, hatta aradan uzun bir zaman geçtikten sonra bu popüler edebiyat da ilginç oldu tabi. Mesela 19. yy’da yazılmış olan bir popüler roman bugün ilginç bir romandır. Örneğin Joseph Marie Eugène Sue adında bir yazarın yazdığı “Paris’in Esrarları” adında çok meşhur bir roman vardı bir zamanlar. Bize kadar geldi. Ancak bugün biraz daha değişik bir durum var: bugün bu popüler dediğimiz edebiyat hem çok yaygınlaşıp kendi okur kitlesini ve tabiri caizse pazarını oluşturdu, hem de bunların birçoğu edebiyat olarak görünmeye başladı. Bu da beraberinde genç kuşaklar için, yani yazmaya yeni başlayanlar için emsal teşkil etme tehlikesini getirdi ve “A işte böyle de meşhur olunabiliyor!” dedirtti, meşhur olma yolunu açtı. İşte burası bana hep çok sakıncalı geliyor. Buna rağmen iyi edebiyat yapma konusunda direnenler var. İyi edebiyat yapmak, yani bir emek isteyen edebiyat yapmak hâlâ mümkün. O kitapların yayınlanması da hâlâ mümkün. Bunu görüyoruz. Ama bir öğrencim böyle bir yolda ilerliyorsa ben kendisine şunu söylüyorum: Bir tercih yap, istediğini yaz. Çünkü ben hep öyle oldum. Hayatım süresince istediğimi yazdım. Kendime göre bir edebiyat dünyası inşa ettim. Sen de böyle yap istiyorsan... Ama bil ki bu böyle giderse hiçbir zaman popüler olmayacaksın, çok meşhur olmayacaksın. Hiçbir zaman kitaplarından elde ettiğin gelirle geçinemeyeceksin. Bu bir tercih, değiştiremeyiz. Yani hem çok nitelikli ve zor hazmedilir bir metin yazıp hem de çok okura ulaşmayı beklememeliyiz bu konuda. Tercih yapacaksın ve sonuçlarına katlanacaksın. Ama bazen de kimileri vardır, der ki: “Fark etmez ya; gerekirse 1500 satsın, gerekirse 1200 adet satsın ama nitelikli okurlarım olsun.”
Ayşen Gencer: O zaman bu noktada tabi şöyle bir şey doğuyor: aslında üzücü bir şekilde Türkiye’de sanatın geldiği nokta bu. Biz bunu meslek olarak yapamıyoruz. Yani hepimizin başka meslekleri olmak zorunda. Ama başka ülkelerde bunlar meslek olarak kabul ediliyor ve bu insanlar gerçekten hayatlarını buralardan kazandıkları paralarla idame edebiliyor. Dolayısıyla daha iyi iş çıkarıyorlar çünkü daha fazla zaman ayırabiliyorlar.
Mario Levi: Evet, doğru. Yani bazı ülkelerde biraz daha yüreklendirici ve teşvik edici ortamlar yok değil. Ama yine de her ülkede bu böyle değil. İmkânları olan ülkelerde var bu durum. Mesela tamamıyla geçimini sağlayacak şekilde olmasa bile bir yazarın bir miktar gelirinin olmasını sağlayacak sistemler oluşuyor. Örneğin Almanya’da gidiyorsun bir konuşma yapıyorsun, bir yerlere davet ediliyorsun bazı kurumlar tarafından. Bu kurumlar bazen bir şehrin belediyesi, bazen bir kütüphane, bazen edebiyat evi dediğimiz yerler olabiliyor. Yapıyorsun konuşmanı, sana 500 € veriyorlar mesela. Bunlar birer gelirdir. Bazen İskandinav ülkelerinde de bu tür destekler olabiliyor. Ama her ülkede bu yok. Bizde hiç yok. Bizde ne yaparsan o. Ancak şu da var: Türkiye’de tehlikeli ya da sakıncalı olabilecek başka durumlar da söz konusu olabilir. Diyelim ki özel bir kurum veya devletin herhangi bir kurumu destekledi seni. Tehlike şu: o kurumların kendi istediklerini yapacaksın. Dolayısıyla onun dışında bir yerdeysen olmaz. Yani şimdi daha muhafazakâr bir kesim diyelim hiçbir LGBT bireyi kabul etmez. LGBT bireyleri seversiniz, sevmezsiniz; benimsersiniz, benimsemezsiniz: herkesin kendi bileceği iş. Ama biz gayet iyi biliyoruz ki, bazı muhafazakâr kesimlerde ağızlarıyla kuş tutsalar, dünyanın en iyi edebiyatını bile yapsalar onlara yer yok. Anlatabiliyor muyum? Bazı kesimlerde ise çok dindar, dini yücelten eserlerin bulunduğu birtakım kitaplar kabul görmez. Bu durum böyle. Dolayısıyla bazen bağımsız olmak iyidir.
Ayşen Gencer: Evet. Ona kesinlikle katılıyorum. Ben mesela son dönemde gözlemlediğim kadarıyla şuna da inanıyorum: bırakın bir fikri romanlaştırmayı bir tweet atamıyorsunuz. İki cümlelik bir paylaşımda bulunmaya korkarken bir düşünceyi paylaşmak çok zor. İlla düşünce değil, yani o düşünce sizin de olmayabilir ancak bir hikâye içinde karşıt bir görüş olmak zorunda ve o hikâyenin karşıt görüşünü yazdığınız zaman siz o düşüncede olmasanız bile sizin de o düşüncede olduğunuzu zanneden bir kesim var. Çünkü hikâyeyi sen yazmışsın. Peki bu olay örgüsü nasıl gelişecek? İşin o kısmını düşünmüyorlar ve tamamen yazdığınız şeyler üstünüze yapışıyor. Bizim ülkemizde böyle bir durum var. Bu durumu da ben çok sakıncalı buluyorum üretkenlik açısından. Üretkenliğin önünü tıkadığını düşünüyorum. Bunun aşılabilecek bir şey olduğunu düşünüyor musunuz? Çünkü sanki biz gitgide geri gidiyor gibiyiz.
Mario Levi: Bilemiyorum. Neden bilemiyorum onu söyleyeyim. Çünkü bir yandan da tamamıyla senin gibi benim gibi düşünen, yani her türlü görüşün hayat bulması gerektiğine inanan bir gençlik de var. Şimdi bu gençlik şu anda yirmilerinde. Ya üniversite okuyorlar ya üniversiteyi yeni bitirmişler. Onların gelecekte nasıl bir dünya oluşturacaklarını bilmiyorum. Ben çok umutsuz değilim, doğruyu söylemek gerekirse. Ancak şu andaki görüntü bir karamsarlık veriyor bana. Karamsarım ama umutsuz değilim. En azından değişebileceği yönünde açık kapı bırakıyorum. Şu kesin ki, bu ülkede farklı ya da aykırı görüşleri taşımak hiçbir zaman kolay olmadı. Hep bu ağırlığı taşıdık doğrusunu söylemek gerekirse. Benim yazmaya başladığım 1970’li yıllarda da bu böyleydi, 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra 80’li yıllarda da böyleydi. Hep böyle bir korku hali, “Şunu yazsam ne olur?” psikolojisi üzerimizden bir türlü gitmedi. Bunu söyleyebilirim ama belki gelecekte başka adımlar atılabilir. Tabii ki bunun da alt yapısının çok sağlam olması lazım.
Ayşen Gencer: Ama işte her şeyin başı tabii ki ifade özgürlüğü, düşünen bir toplum ama biz şu an geldiğimiz noktada düşünemeyen bir topluma doğru gidiyoruz.
Mario Levi: Şunun da şöyle bir sakıncası var... Mesela benim yazı atölyelerimde başka bir hava vardır, üniversitede verdiğim derslerde başka. Özellikle bu yazı dersinin, hikâye anlatımı dersinin bütün üniversiteye açık olmasını istiyorum Bir bakıyorum reklam bölümünden, antropoloji bölümünden, iktisattan, hukuktan, uluslararası ilişkilerden, siyaset bölümünden, tarihten öğrencim oluyor... Onlara ne diyorum biliyor musun? “Benimle aynı görüşte olmak zorunda değilsiniz, benim kendime göre görüşlerim var. Benimkine ters bir görüşte durursanız ben sizle tartışırım, kendi düşüncelerimi savunarak sizi ikna etmeye çalışırım. Ama siz de istediğinizi söyleyebilirsiniz. Korkmayın, çekinmeyin, benim dersimde sansür yok!” Ve şunu da söylüyorum: “Soru sorun!” Şimdi bak Ayşen bu çok önemli: soru sorun, soru sormaktan çekinmeyin, cevabını veremeyeceğim soruları da sorun... Yeter ki soru sorun. Çünkü en kötüsü soru sormamaktır, bir insanın sorusunun olmamasıdır. Daha kötüsü soru sormaya ihtiyaç duymamasıdır. Daha da kötüsü buna ihtiyaç duymadığının farkında olmamasıdır. Aslında bu çocuklar suçlu değil. Eğitim sistemimiz berbat. Yani reformlardan falan söz ediyorlar ama bu sistemi tamamıyla yıkmak ve yeni bir sistem inşa etmek gerekiyor. Ortaokullarda liselerde nitelikli hoca mı yok? Var. Çok nitelikli hocalarla karşılaştım. Ama onlar da ne yapsınlar? Çoktan seçmeli sistem ile düşünce üretilemez, tartışma üretilemez. Bu çocuklar böyle yetişiyorlar. Hap bilgilerle sorsam cevap verebiliyorlar. Mesela “İlk psikolojik roman nedir?” diye sorsam “Eylül hocam.” diyorlar. “İlk gerçekçi roman nedir?” diye soruyorum, “Araba sevdası.” cevabını alıyorum. Biliyorlar. E okudunuz mu? Yok!
Ayşen Gencer: Sınav kazanmaya yönelik ezber bilgi...
Mario Levi: Ne yapsın bu çocuklar? Böyle büyütülüyorlar... Bir de az önce sen dedin ya, ailede de var böyle bir baskı. Aman çocuğum aman!
Ayşen Gencer: Ya hocam şunu söyleyeyim: mesela ben “Kod” isimli romanımı çıkardım, ilk darbeyi annemden yedim.
Mario Levi: E buyurun işte!
Ayşen Gencer: İki buçuk ay benimle konuşmadı. Eve her gün çiçek falan gönderiyorum Antalya’ya. Diyor ki: “Bir ailen var, sen bunu düşünmüyor musun? Ben ne yapacağım, el alem ne der? Daha müstehcen yazamadın mı bunu?”. Ben de diyorum ki: “Anne şimdi bu olayın bu şekilde yaşanması lazım ki bu sonuca ulaşayım. Her şey güzel, kimse kimseye kötü bir şey yapmıyorsa ben bu olay örgüsünü nasıl çıkartacağım?”
Mario Levi: Evet, anlatabiliyor muyum? Ben üzülüyorum. Eğitimde soru sormak, soru sorarak kendini geliştirmek, soru sormaktan çekinmemek çok önemli. Ben böyle bir eğitim aldım, ne mutlu bana. Şanslıyım, böyle bir eğitim aldım ama doğrusu bu.
Ayşen Gencer: Hocam şimdi tekrardan benim merak ettiğim bir konuya dönmek istiyorum. Birçok insan sizin atölyelerinizden faydalanıyor. Ben bu konuyu biraz anlatmak istiyorum ki daha çok insan size ulaşsın, sizin bilgi ve deneyiminizden faydalansın, daha çok insan atölyelerinize katılsın çünkü birçok insan doğru kaynağa ulaşamıyor. Doğru kaynağa ulaşmaları için aydınlatmak istiyorum. Diyelim ki bir kişi atölyeye geldi, bir veya birkaç dönem devam etti... Sizin de dediğiniz gibi ilk motivasyon anlatacakları bir dertlerinin olması ilk etapta onları bir eyleme itiyor ancak ondan sonraki süreçte bir tıkanma yaşanıyor. O tıkanmayı aşmak için ne önerirsiniz?
Mario Levi: Bu işin en zor kısımlarından birini ortaya koyduğu için anlamlı bir soru. En zor kısımlarından biri bu. Çünkü başlangıçta bir yazar adayı bir şeyleri yazmak istiyor, yazmaya ihtiyaç duyuyor, hatta yazabileceğini düşünüyor... Bir derdi var. Yazabileceğini düşünüyor ama sonra bir yerde tıkanıyor, yazamayacağını görüyor. İşte tam burada hocanın devreye girmesi lazım. Kırmadan, rencide etmeden, korkutmadan... Onun o yasaklı bildiği yolda ilerlemesinin kendisine ne kadar yardım edebileceğini bizzat görmesi lazım. Bunun için de hocanın birtakım örnekler sunması ve aynı zamanda ne yaparsa yapsın, mesela öğrenci çok yanlış bir yoldaysa bile kırmaması lazım öğreticinin. Demesi lazım ki: “Şu açılardan doğru bir yol değil bu, böyle ilerleyemezsin.” Teşvik etmek çok önemli, yüreklendirmek çok önemli, sabırlı olmak çok önemli. Mesela ben geçmişte, tam anlamıyla berbat diyebileceğim birçok yazıya hiçbir zaman berbat demedim. Emek var. Dedim ki: “Tamam birazcık daha şu açılardan çalışman lazım, eksiklerin var.”. Bunları da söylemeden etmiyorum tabi. Söylemek zorundasın ki görsün hatalarını, yoksa “Harika şeyler yazdın.” diyerek bir çözüm bulamazsın. Ama galiba rahat ettirmek, o ortamı sağlamak çok önemli. Bir de yazı atölyelerinin güzel tarafı, öteki katılımcıların yazdıklarının da cesaret verebilmesi bazen. Yorumları da cesaret verebilir. Mesela sen bu romanı yazarken yenilir yutulur cinsten olmayan, zor konuların olduğu bölümleri okuduğunda sınıf ortamında hiç kimse seni kınamadı. Çünkü o ortamı oluşturduk bir kere. Bilakis seni destekleyenler oldu. Ben en başta destekledim ama önemli olan teşvik etmek, kazanmaya çalışmak. Çünkü herkesin içinde bir potansiyel var ama söylediğin çok doğru: bazen tıkanıyorsun. Onu açmak önemli.
Ayşen Gencer: Nedense ilk iş hemen hemen her zaman en iyi iş oluyor. Çünkü bir iç dökme ile geliyor, büyük bir volkan patlaması gibi oluyor. Ama onu bir üst noktaya taşımak için üretkenliği sürdürmek lazım. Belki orada iyi gözlem yapmak lazım, iyi empati kurmak lazım.
Mario Levi: Direnmek lazım. En önemlisi de asla vazgeçmeyeceksin, sonuna kadar gideceksin. Bazen kimi katılımcılar, kimi arkadaşlar, kimi okurlar ne derseniz deyin bazı şeyleri gereğinden fazla önemsiyorlar. Şunu anlatırsan “Sen nasıl anlatırsın?” denilir. Bu aynan olur. Yok ya hiç kimse bu kadar ilgili değil yani. Anlatabiliyor muyum? Dolayısıyla birileri de kınayıversin. Ne var bunda? Ben mesela bir keresinde çok komik bir olaya şahit oldum. Hiç unutmam, Remzi Kitabevi’ndeyim kitap raflarına bakıyorum, “Lunapark Kapandı” yeni çıkmış, en çok satanlar listesinde görünüyor altıncı yedinci sırada falan... Ben de mutluyum. Birdenbire genç bir çift geldi. Kadın: “Aa! Mario Levi’nin yeni kitabı çıkmış. Ben bu kitabı mutlaka almalıyım. ‘İstanbul Bir Masaldı ’ya bayılmıştım.” dedi. Erkek de: “Yok ya, çok sıkıcı bir romandı.” dedi. Bunu da söylüyorlar, ben ordayım beni de görmüyorlar, tamam mı? Birden bir kavga ettiler. Ama ben çok mutlu oldum. Çünkü varlığımın farkına bile varmadılar ama beni tartışıyorlar. Biri savunurken öteki...
Herkese kendini sevdiremezsin. Fakat neden olmasın? Herkes her şeyi sevemez. Buna da hazır olmamız lazım. Zaten yazdıklarımızı herkes seviyorsa, herkes çok olumlu yorumlar yapıyorsa bil ki orada yanlış vardır. Bu yüzden açmak lazım. Herkesin önünü açabilmek önemli.
Ayşen Gencer: Hocam, artık hepimiz çok göçebe hayatlar yaşıyoruz. O yüzden kendi adıma konuşursam kent yazarı olmak bana nasip olmayacak bir şey. Ben doğup büyüdüğüm şehri bile anlatamam. Anlat deseler Antalya’yı anlatamam. İstanbul’da da öyle bir hayat kargaşasında dolaştım durdum ki İstanbul’u da anlatamam. Bence bir yere ait olabilmek bir şans. Ben ait olamamayı yazmaya başladım artık.
Mario Levi: Neden olmasın? Ait olamama durumunu anlatmak da önemli. Çok önemli bir insanlık meselesi bu. Bu da anlatılmalı bence. Hatta şöyle söyleyeyim: bir yere ait olamama halinden çok daha fazla şey çıkar.
Ayşen Gencer: Ben bir yazıya başladığımda daha çok olay örgüsü üzerinden konu gidiyor. Çünkü bir yere aitlik duygusu besleyemedim, bir kişiye aitlik duygusu besleyemedim, bir aileye aitlik duygusu besleyemedim. O yüzden dağınık ve sürekli hareket halindeki bir şeyi yazma eğilimindeyim.
Mario Levi: Ama duygu çok önemli Ayşen. Hatta ben sana bir şey söyleyeyim -bak yine hocalık başladı- hiçbir yere ait olamama hali de bir aidiyettir. Hiçbir yere ait olamama aidiyetidir ve çok üretken bir aidiyettir bu. Dolayısıyla duygunun kendisi çok önemli ve buradan çok şey çıkarabilirsin. Anlatabiliyor muyum? Sen yine şükret ki ailen Antalyalı. Hedef göstermeyelim ama, Türkiye’nin başka bir ilinden olsalardı vurabilirlerdi seni.
Ayşen Gencer: Evet. Töre cinayetine kurban gidebilirdim. Haklısınız hocam. Yeni yazdığım, şu an bitirmek üzere olduğum kitabımda da yine oldukça kınanacak noktalarım var.
Mario Levi: Olsun, olsun. Neden olmasın ki? Birileri de kınayıversin, çekinme.
Ayşen Gencer: Hocam konu yakalamak üzerine de bir sorum olacak. Bazen bir konuyu yakalıyor gibi oluyorum. “Hah, gayet özgün!” derken ülkede öyle bir şey oluyor ki benim yakaladığım konunun aksiyonu o olay karşısında eriyip gidiyor. Yani ülke gündemi bu kadar hızlı ve yüksek değişen bir yerde gerçekten etkileyici bir konu yakalamak konusunda da zorlanıyorum. Bununla ilgi ne düşünüyorsunuz?
Bir gün ormanlar yanıyor, bir gün sel felaketi, ertesi gün siyasi kriz, öbürkü gün ekonomik kriz, peşinden deprem... O kadar çok senaryo gerçek hayatta oluyor ki bizim kurguladığımız şeylerin önüne geçiyor.
Mario Levi: Anlıyorum ne demek istediğini. Ama öte yandan şunu da düşünmek lazım: edebiyatta sadece ve sadece olay odaklı olmamak lazım. Ne demek olay odaklı olmamak? Temel bir takım insanlık durumları vardır. Mesela sen dedin ki: “Bir yere ait olamadım. Antalya desen anlatamam İstanbul desen anlatamam.”. Bu nedir? Örneğin bunun üzerine birçok olay inşa edebilirsin. Ama temel bir durum var, temel bir hal var. Mesela bir göç durumunda olmak. O göçün verdiği duygu asıl önem taşıyan. Bunu anlattığın zaman, içinden gelen bu en temel meseleyi anlattığın zaman seçtiğin olay hiçbir zaman eskimez.
Ayşen Gencer: Çünkü o duygu hep şekil değiştiriyor ve başka şekillerde herkes için var.
Mario Levi: Elbette, değişir ama hiçbir zaman eskimez. Yani şimdi mesela yangını mı anlatayım, depremi mi anlatayım? Mesele bu değil, mesele başka. Mesela deprem... Çok güncel olduğu için bunu söylüyorum. Edebiyatta mesele çürük evlerin, gerektiği gibi inşa edilmeyen evlerin çökmesi mi? Hayır, değil. Buradaki temel mesele insanın bu ülkede kendini güven içinde hissedememesi. Temel mesele budur. Yani öyle bir hal ki bu, mesela biz eşimle oturuyoruz konuşuyoruz: “Bu kadar yardım toplandı. Bunlar yerine ulaşacak mı?” Bunu namuslu insanlar yapıyor, inkâr etmiyorum. Bu yardım faaliyetlerini namuslu insanlar yapıyor görünürde ama hala o sorunu yaşıyoruz psikolojik olarak. Ne korkunç şüphe! Her anlamda bir güvensizlik var. İşte burada, İstanbul’un seçkin semtlerinden birinde kırk beş senelik bir apartmanda oturuyoruz. Diyoruz ki kendimize: “Kırk beş sene önce yapılmışsa adabına göre yapılmıştır, eskiler daha az çalıyordu çünkü.”. Buna rağmen güven içinde değiliz Temel meselelerden, temel duygulardan hareket ettiğin sürece olaylar sadece birer dekordur.
Ayşen Gencer: O temel duyguyu, yani ana fikri yakalamak... Aslında her romanın bir ana fikri vardır ve bir cümledir ana fikri baktığınız zaman.
Mario Levi: Doğru. O ana fikri yakaladığın zaman zaten bir sorun olmaz, devam eder o. Mesela senin ilk romanında yakaladığın konu çok müthiş bir konuydu ama burada sadece anlatılan olay değil ki o romanı roman yapan. Onun arkasındaki duyguydu önemli olan. Yoksa olay sadece bir olay. Bu da aslında yazarın duruşunu ortaya koyuyor. Yazar burada durmayı seçiyor.
Ayşen Gencer: Hocam ben sohbetimizi bitirmeden önce yeni çıkan romanınızdan da biraz bahsetmek istiyorum. Ben zaten bu roman hakkındaki ön bilgilere ilk sahip olanlardan biriyim ama okurlarımız için de kısaca bahsederseniz çok sevinirim.
Mario Levi: Roman yazmakta senin tanık olmadığın bir şeyi anlatacağım şimdi. Bazen şöyle bir süreç vardır roman yazmakta: bir roman yazıyorsun ve o roman belli bir zamanını alıyor, hikâye oluşuyor. Başlangıçta düşünmediklerini yazarken keşfediyorsun kendini. Onlar zaten sende olan şeyler ama keşfediyorsun. Sonra sıra artık olayı, anlattığın hikâyeyi bir yere bağlamaya geliyor. Bu romanın adı nasıl çıktı mesela? Tesadüfen okuduğum bir yazıdan çıktı. Ama o tamamıyla tesadüfen, belki de tesadüf değil. Çünkü inanıp inanmamak ayrı bir mesele, ayrı bir fasıl. Belki de olması gerekendi bu. Şimdi romanda benim anlatmak istediğim şuydu: insanlar hayatlarında bir şeyler yapıyorlar - yaşadığımız günlerin trajedisi olarak görebileceğimiz şeyi söyleyeyim, ki bunu sadece birileri değil hepimiz adına konuşmak adına kendimi, geçmişimi, yaşadıklarımı da katarak söylüyorum- bazen başarılar elde ediyoruz. Bunlar mesleki başarılar, bireysel başarılar olabilir. Sevdiğimiz ilişkiler yaşıyoruz. Birçok kez de kendimizi o ilişkinin içine tam koyamıyoruz. Birçok kez teğet geçiyoruz birbirimize ve bazen ilişkiler kayıp gidiyor elimizden, yani yaşamamız gerekenleri yaşayamadan kayıp gidiyor. Bu bence günümüz insanının en büyük trajedilerinden biri. Çünkü çekim alanları çok. Temel fikir buydu burada. Hikâyede eşi de aynı meslekten olan bir psikiyatr var, bir avukat kadın var, sonra onun âşık olduğu biri var... Yani günümüze dair hikayeler. Tesadüfen dediğim yazıyı okumam ise şöyle: ayçiçekleri üzerine bir yazı bu. Ayçiçeklerinin öteki adı günebakan. Neden günebakan? Çünkü hepimizin bildiği bir gerçek var. Ayçiçekleri güneş doğduğunda yüzlerini güneşe döner, geceleriyse boyunlarını büker. Gece onların yalnızlık zamanıdır. Yalnızlığa bakmaları bu yüzdendir. Bunu hepimiz biliriz de çok az bilinen bir gerçek vardır ayçiçeklerinde, o da şudur: gün içinde güneşin kendini göstermediği zamanlarda -vurgulayarak söylüyorum- kapalı havalarda ayçiçekleri ne yapar biliyor musun? Birbirlerine bakarlar… Bu bir doğa olayıdır. Bunu okuduğum anda da yapmak istediğimin bu olduğunu anladım. Cuk oturdu ve bu mesajı vermek istedim. Evet birbirimize teğet geçiyoruz, şunu yapıyoruz bunu yapıyoruz ama kötü günlerden de geçiyoruz. Kötü günlerde bizi kurtaracak tek şey bu kötü günlerin duygusunu yaşayanların birbirinebakmasıdır… Birbirimize bakarak birbirimizden güç almaktır. Önemli olan budur. Bunu yapabildiğimiz an hayata daha çok bağlanabiliriz.
Ayşen Gencer: Doğru söylüyorsunuz hocam. Ama bir de şu var benim yaşadığım: kötü zamanlarımızda bir arada olduğumuz arkadaşlarımız iyi günlerimizde yanımızdan olmaktan kaçınıyor. Ben bunu kendi hayatımda çok yaşadım ve mutluluğumu, başarımı paylaşamamaktan da çok üzüntü duydum. Sevincimin bir yanı hep eksik kaldı, paylaşamadım.
Mario Levi: O da çok kötü. Genelde tersinden şikâyet edilir. “İyi gün dostu vardır.” denir. “Kötü zamanda yanımda değildi.” denir ama bu söylediğin de var. Üzülürsün çünkü o anda sen kendini yeteri kadar duyuramamanın acısını yaşadın. Ama ben sana bir şey söyleyeyim mi? Hayat öyle, kırgınlıklarımızla yaşayacağız ama unutmayalım ki asıl bize hayatın gerçek yüzünü gösteren kırgınlıklarımızdır. Oradan besleniyoruz. Biz yazarlar kırgınlıklardan, kötülüklerden, acılardan besleniriz.
Ayşen Gencer: Peki hocam “Teğet Geçen Hayatlar” üçlemesinin diğer romanları ne zaman okurla buluşacak? Belirli bir tarih var mı?
Mario Levi: O kadar karışık ki benim işlerim. Başka projeler var. Geçenlerde -geçenlerde dediğim şöyle iki ay kadar oluyor- hastanedeydim, küçük bir cerrahi müdahalenin sonrasında gece birdenbire uyanır gibi oldum. Uykum kaçtı, dedim ki: “Bir düşün bakalım, neredesin hayatta? Daha ne kadar zamanın var?”Bir de şunu düşündüm: “Dur!” dedim, “Bunu bırak, ben ne kitaplar yazacağım daha...” Ayşen inanır mısın, bir saat içinde oturdum düşündüm, on beş kitap fikri çıktı. Şu anda on beş kitabın tasarısı var. Bu on beş kitabı yazmak istersem yirmi beş yıla ihtiyacım var. Yazamasam da “Eyvallah.” der, giderim. Daha çok yazacağım var. Dolayısıyla bu kitabım bir üçleme olacak, iki cildi daha var. Onların hikayeleri iyi kötü yazıldı. Yapabileceklerimizi yapacağız...