Selin Bak - UTANMASI GEREKEN SEN DEĞİLSİN!
Suna ve Ahmet yedi yıldır evliydi. Evliliklerinin ilk altı ayı sorunsuz geçmişti ama altıncı aydan sonra Ahmet’in maskesi düşmüş ve gerçek yüzünü göstermeye başlamıştı. Neredeyse her akşam bir bahane bulup Suna ile kavgaya tutuşuyordu. Fiziksel şiddet ise ilk yılın sonunda baş göstermeye başladı. Şiddetin boyutları gittikçe artıyordu. Bir akşam artık dayanamayan Suna boşanmak istediğini söylediğinde Ahmet’in gazabından kurtulamamış ve hastanelik olmuştu. Utancından ailesine bile haber veremeyen Suna gecenin sabahında yine şiddet gördüğü eve dönmüştü, utanması gerekenin Ahmet olduğunu bilmeden…
Yine bir akşam yemeğinden sonra oturma odasında, Suna ve Ahmet arasında gerilim gittikçe tırmanmıştı. Ahmet’in suratındaki öfke, son derece belirgindi ve Suna’nın yorgun bedeni, başına gelecekleri çaresizce bekliyordu.
“Artık yeter! Kimsin ki sen, ne hakla bana hesap soruyorsun?”
Ahmet'in sesi, odanın dört bir yanına yankılandı. Her kelime, odadaki havayı daha da ağırlaştırıyordu. Suna, içindeki korku ve çaresizlikle titreyerek geri adım attı ama Ahmet’in gözlerine esir gibi hapsolmuştu, kaçacak yeri yoktu.
Ahmet, elini yeniden kaldırdı ve Suna’nın yüzüne sert bir tokat daha attı. Suna’nın bedeninin darbe ile sarsıldığı an, odayı korkunç bir sessizlik kapladı. Ahmet, öfkesinin içinde kaybolmuştu.
Suna, yere düştü ve kafasını ellerinin arasına aldı, acı içinde kıvrılarak. Yüzündeki darbenin etkisiyle, suratında kırmızı bir iz belirginleşti. Ahmet, nefesini düzenlemeye çalışırken, öfkesinin ne kadar kontrolsüz hale geldiğini fark etti. Ama bu farkındalık, Suna’ya olan zararını geri getiremezdi. Ahmet, bir süre Suna’nın yerdeki halini izledikten sonra, derin bir nefes aldı. Öfke ve suçluluk arasında gidip geliyordu, ancak bu karmaşayı çözmeye vakti yoktu, isteği de. Yapmak istediği tek şey, bu evden çıkmak ve kendini bir an için bile olsa, bu kısır döngüden uzaklaştırmaktı.
Ayak sesleri, kısık bir tınıyla evin koridorlarında yankılanırken Ahmet aceleyle ceketini giydi. Hızla kapının yanına gitti ve dışarıya çıkmak için kapıyı açtı. Kapıdan çıkarken, Suna’nın sessiz çığlıkları sanki içindeki derin boşluğu daha da genişletiyormuş gibi hissetti. Arkasına bile bakmadan, kapıyı sertçe çarptı ve kendini sokaklara attı.
Suna, Ahmet’in öfkesinin ve darbelerinin etkisiyle bilincini kaybetmeden önce telefonunda yüklü KADES uygulamasından yardım istemişti. Yere düştüğü anın ardından her şey bir belirsizlik denizine karıştı. Karanlık, sessizliğe, sessizlik ise bilinmeyen bir boşluğa dönüştü.
Bir süre sonra, Suna gözlerini bilmediği bir yerde açtı. Etrafında hiçbir şey göremiyordu, sadece derin ve sıkıcı bir karanlık vardı. Her şey, yoğun bir boşluk hissi ile çevriliydi. Sanki tüm evren, onun etrafını sarmış mengene gibi sıkıştırıyordu. Yavaşça kendini toparlamaya çalıştı. Kafasında uğuldayan acı ve baş dönmesi, her şeyi daha da zor hale getiriyordu. Ellerini ve ayaklarını hissetmeye çalışırken, dokunup destek alabileceği hiçbir şeyin olmadığını fark etti. Etrafında bir yer yoktu, sadece sınırsız bir hiçlik vardı.
Derin bir nefes aldı ama hava, boğazında sıkışmış gibi geldi. Bu yoğun karanlığın ve sessizliğin içinde, kendini kaybolmuş gibi hissetti. Geçmişte yaşadıklarının anıları, bu boşluk içinde dolaşıyor, acıyı daha da derinleştiriyordu. Ahmet’in yüzü, kafasında silik bir şekilde beliriyor, ama onunla ilgili net bir şey hatırlayamıyordu. Sanki tüm anılar, bu karanlık boşlukta kaybolmuş gibiydi.
Etrafındaki karanlığa daha dikkatlice bakmaya çalıştı. İçinden bir ses, buradan çıkmanın bir yolunu bulması gerektiğini söylüyordu. Yavaşça kalkmaya çalıştı ama bedeninin yorgunluğu ve baş dönmesi, hareket etmesini zorlaştırıyordu. Kendi içinde bir cesaret bulmaya çalışarak ayağa kalktı, karanlıkta adımlarını atmaya başladı. Yavaşça ilerlerken, içindeki umudu korumaya çalıştı. Belki de bu hiçlik, bir tür sınavdı. Bu boşlukta yürürken, Suna’nın zihni, geçmişte yaşadığı travmalara ve gelecekteki belirsizliklere dair düşüncelerle doldu. Kendini bu karanlık yerden çıkarmak için hem fiziksel hem de zihinsel bir güç bulması gerektiğini biliyordu. Yavaşça ama kararlı adımlarla ilerlerken, kendi içindeki cesareti ve umut ışığını arıyordu.
Bir süre sonra, karanlığın içinde, uzakta, ufak bir parıltı gördü. Bu ışık, Suna’nın umutlarını yeniden yeşertti ve karanlık boşluktan çıkmanın bir yolunu bulabileceğine dair küçük bir umut oldu. Bu ışığın peşinden gitmek için adımlarını hızlandırdı çünkü karanlığın derinliklerinde bile, bir umut ışığı bulmak, ona savaşma gücü vermişti.
Suna, karanlık boşlukta ilerledikçe karanlık daha da azalıyor, ışık belirgin hale geliyordu. Işığa yaklaştıkça, Suna’nın çevresindeki karanlık boşluk yavaşça kayboldu ve önünde geniş bir açıklık belirdi. Derin bir nefes alarak, ışığa doğru adımını hızlandırdı ve sonunda kendini aydınlık bir alanda buldu. Ama bu aydınlık, beklediği türden bir huzur getirmedi. Aksine, etrafındaki manzara, kıyameti yaşamış bir İstanbul’du.
Gözlerinin önündeki manzara, Suna’nın nefesini kesti. İstanbul, devasa bir felaketin ardından sanki bir zamanlar var olmuş olan tüm yaşam izlerini silmiş gibiydi. Yıkılmış binalar, çökmüş yollar ve dumanlı bir gökyüzü, tamamen harabe bir manzara oluşturuyordu. Sanki dünya son bulmuş gibiydi.
Suna, etrafına bakarken, yere düşmüş enkazların arasında yürümeye başladı. Toprağın üzerinde gri tozlar ve moloz parçaları vardı. Her adımında, toprağın altından yükselen ince dumanlar havaya karışıyor, her şeyin artık yok olduğunu hissettiriyordu. Havanın soğuk ve kurutucu etkisi, Suna’nın cildini yakıyor, aynı zamanda içindeki umudu daha da zorluyordu. Kıyamet sonrası bir sessizlik, İstanbul’u adeta bir mezar gibi sarmalamıştı.
Bir yandan bu yıkıntının içinde ilerlemeye devam ederken, diğer yandan içindeki derin boşluk ve kaybolmuşluk hissiyle başa çıkmaya çalışıyordu. Bu yeni dünyası, belirsizlikle doluydu ve Suna, bu ortamda nasıl bir yol bulacağını düşünüyordu. Geçmişin yükü, bu yıkımın ortasında daha da ağırlaşıyor, geleceğin ne getireceği ise belirsizliğini koruyordu. Dumanlı havanın ve yıkıntıların ortasında, Suna’nın içindeki umut ışığı, ona bir yol bulmak için son bir güç arayışına dönüştü. Belki de bu felaketin ortasında, yaşama yeniden tutunmak için gereken cesaret ve kararlılığı bulabilecekti.
Suna, karanlık ve harabe İstanbul sokaklarında hızla ilerliyordu. Etrafında her şey yerle bir olmuş, eski hayatının izleri yok olmuştu. Ancak, Suna’nın içindeki korku ve panik, her şeyden daha gerçekti. Sanki bir gölge, bir kâbus gibi, Ahmet’in varlığını sürekli olarak hissediyordu. O an fiziksel olarak ortada olmayan Ahmet, Suna’nın zihninde karanlık bir tehdit olarak beliriyordu.
Bir kaçış stratejisi geliştirmeye çalışan Suna, kendisini sürekli olarak Ahmet’in peşinde olduğuna inandırıyordu. Nefes alışverişleri hızlanmış, kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Çevresindeki yıkıntılar ve sessizlik de bu endişe ve korkusunu besliyordu. Yaşadıklarına hiçbir anlam veremiyordu. Bildiği tek şey buradan kurtulması gerektiğiydi. Buradan kurtulmak, Ahmet’ten kurtulmak ve huzuru bulmak istiyordu.
Sokaklardan geçerken, eski bir bina kalıntısına yöneldi. Gözleriyle etrafı taradı, bir köşeye saklanmaya karar verdi. Çok yorgundu. Kalıntıların ve toprakların arasındaki boşluk, ona geçici bir sığınak sağlayacaktı. İçeri girdiğinde, duvarların arasındaki sessizlik ve karanlık, kısa süreliğine iyi hissetmesini sağladı. Ancak zihninde, Ahmet’in varlığını düşündüren sesler ve fısıldayan kelimeler vardı. Bir an için, arkasında bir gölge hissetti, ama dönüp baktığında sadece karanlığı ve yıkıntıları gördü. Ahmet’in varlığına dair hissettiği korku, her an tetikte olmasına neden oluyordu.
Bir anda, bir çatıya tırmanmak ve daha yüksek bir bakış açısı elde etmek için sığındığı yerden dışarıya çıktı. Etrafı daha iyi görebileceği bir yükseklik arıyordu. Bir çatının üstüne çıktığında, aşağıdaki harabelere ve boş sokaklara bakarak, kendisine bir kaçış yolu aradı. Çatının kenarına oturdu. Gözlerini kapattı. Ahmet’in geçmişteki bağırışlarını ve hiddetini, zihninde bir kâbus gibi duyabiliyordu. Ahmet’in gerçekte orada olup olmadığını bilmeden, bu hislerle başa çıkmaya çalışıyordu.
Suna, çatının kenarında otururken derin bir nefes aldı ve gözlerini açtı. Yüksekten baktığında, yıkılmış binaların arasından geçebileceği birkaç güvenli geçiş yolu fark etti ve dikkatlice aşağıya indi. Her adımında, Ahmet’in varlığını düşündüren sesler ve gölgeler de onunla geliyordu. Ama Ahmet’in orada bulunmadığını, sadece kendi korkularının ve endişelerinin bu tehdit hissini yarattığını kabul etmek zorundaydı.
Aşağıya indiğinde, bulabildiği birkaç geçiş yolunu değerlendirdi. Her adımında, korkularına rağmen, kararlı bir şekilde hareket etmeye devam etti. Gözleri, sürekli olarak çevresine dikkat kesilmişti. Her an, zihnindeki tehditlerin gerçekte var olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Çevredeki yıkıntılar arasında ilerlerken, Suna’nın aklında sürekli olarak geçmişin gölgeleri vardı. Ancak, kıyamet sonrasını yaşayan İstanbul’da verdiği hayatta kalma mücadelesi, onun kararlılığını ve cesaretini sınayarak, kendisini daha güçlü ve dayanıklı hale getirmesine yardımcı oluyordu.
Suna, yürümeye devam ediyor, kalbi hızla çarpıyordu. Etrafında yıkılmış binalar, devrilmiş araçlar ve dumandan kararmış gökyüzü vardı. Her şey sessizdi, ama Suna’nın içinde dinmeyen bir korku vardı. Bu dünyada tek başına kalmak, geçmişin karanlık anılarıyla yüzleşmekten çok daha zor geliyordu. Bir an için, sanki eski bir gölgede kaybolmuş gibi, Ahmet’in tanıdık sesini duydu. Ses, hafif bir fısıldama şeklindeydi ama korkutucu bir netlikteydi. Suna, irkilerek başını kaldırdı ve kulaklarını dikkatlice açtı. Ses, bir yandan çok yakınken, diğer yandan sanki uzaklardan geliyormuş gibi garip bir şekilde yankılanıyordu.
“Suna… Suna, nerede olduğunu biliyorum.”
Ahmet’in sesi, zihninde bir kâbus gibi dönüp duruyordu. Bu sesin gerçek olup olmadığını veya sadece zihninin bir yansıması olup olmadığını bilmeden, Suna’nın içinde bir panik patırtısı yükseldi. Sesin gerçekliği, Suna’nın tüm vücudunu titretirken, kaçma dürtüsünü daha da güçlendirdi. Derin bir nefes aldı ve hızla etrafa bakındı. Sesin kaynağını bulmak için değil, sadece bu kâbustan kaçmak için bir yol arıyordu. Yıkılmış binaların arasından geçerken, Ahmet’in sesi arkasında yankılanmaya devam ediyordu.
Çevredeki yıkıntılar arasında dikkatlice ilerleyerek, hızla daha güvenli bir bölge aradı. Ancak Ahmet’in sesi, her an daha da belirgin hale geliyordu. Yüksek sesle konuşarak veya bağırarak, Suna’nın bulunduğu yeri tespit etmeye çalışıyordu. Ses, bir tür takıntı gibi Suna’nın zihnindeydi, susmuyordu. Bir an için, eski bir binanın arkasına saklanarak kısa bir süre dinlendi. Dinlenirken, Ahmet’in sesini hala net bir şekilde duyabiliyordu. Ses, sanki etrafındaki boşluklardan ve yıkıntılardan gelen bir yankı gibi, ona korkunun ve endişenin gerçekliğini hatırlatıyordu.
“Kaçış yok, Suna. Seni bulacağım!”
Suna, bu seslerin gerçek bir tehdit olup olmadığını düşünmüyor, sadece kaçıyordu. Yıkılmış olan Göztepe Köprüsü’nden geçerken, seslerin bir an için kesildiğini fark etti. Ancak bu sessizlik, rahatlamaktan çok, yeni bir tehlikenin habercisi gibi geldi. Seslerin tekrar yükselmesinden korkarak, bir an önce güvenli bir yer bulmak istiyordu. Sonunda, eski bir depo gördü ve girmeye karar verdi. Depo, çevredeki diğer yıkılmış yapılara göre daha sağlam görünüyordu. İçeri girdiğinde, duvarların arasındaki boşluklar ve eski eşyalar arasında saklanarak, Ahmet’in sesinin yavaşça uzaklaşmasını umdu. Depoda geçirdiği birkaç dakika, zihnindeki seslerin gerçekte var olup olmadığını sorguladı. Ahmet’in sesini hâlâ duyuyor, fakat nerede olduğunu bilmiyordu.
Bir anda, uzakta kendisine huzur veren bir ışık gördü. Işık, Suna’nın içindeki umudu yeniden yeşertti. Işığa doğru ilerlerken, bir siluet belirginleşmeye başladı. Suna, hızla siluete doğru koştu ve yardım için yalvardı.
“Yardım edin! Lütfen! Ahmet peşimde!”
Siluet, yanına geldiğinde, Suna tanıdık bir yüzle karşılaştı. Bu yüz, kendisinin yansımasıydı. Aynı yüz hatları, gözler ve hatta Ahmet’in sesine karşı gösterdiği korku bile benzerdi. Suna, şaşkınlık ve korkuyla figüre baktı.
“Sen… Sen bensin” dedi Suna, titreyen sesiyle.
Siluet, nazikçe Suna’ya yaklaştı ve ona elini uzattı.
“Korkma, sana yardım edeceğim. Seni buradan çıkartacağım ve seni koruyacağım.”
Siluet, Suna’ya doğru yaklaştı, elini omzuna koydu ve ona bir geçiş yolu gösterdi. Bu geçiş yolu, Ahmet’in sesinin uzaklaştığı, belki de güvenli bir bölgeye çıkış sağlayacak bir yoldu. İkisi birlikte, hızla geçiş yolunu geçmeye başladılar. Yolda ilerlerken, Ahmet’in sesinin gitgide uzaklaştığını ve siluetin aslında kendi korkularının bir yansıması olduğunu anladı.
Sonunda, Suna ve siluet, bir yeraltı sığınağına ulaştı. Siluet, Suna’yı güvenli bir noktada bırakarak, “Şimdi burada güvendesin. Artık korkmana gerek yok.” dedi.
“Teşekkür ederim” dedi Suna, siluete bakarak. Siluet, nazik bir gülümsemeyle başını salladı ve yavaşça geri çekildi. Suna, karşısındaki kendisinin gözlerinden kendi gücünü ve cesaretini bulmuştu.
Sığınakta saklanırken, gücünü toparlamaya ve bu kıyamet sonrası dünyasında hayatta kalma mücadelesine odaklanmaya karar verdi. Korkularını yenmişti, daha güçlü ve cesur bir kadın olarak yoluna devam edecekti. Bunları düşünürken huzurla derin bir uykuya daldı.
***
Kartal’daki özel bir hastanenin odası, derin bir sessizlik içinde kalmıştı. Suna’nın bedeni, hareketsiz bir şekilde hastane yatağında uzanıyordu. Hemşire Suna’nın bedenine bağlı serum iğnelerini ve monitörlerin kablolarını çıkardı. Üzerine kar gibi beyaz çarşafı örttü. Doktor, derin bir nefes alarak saatine baktı.
“Ölüm saati 13.47”
Ardından Doktor, Suna’nın ailesinin beklediği koridora doğru yürüdü. Yüzünde hüzün ve birazdan aileye vereceği haberin ağırlığı vardı. Koridorun sonunda, Suna’nın annesi, babası ve kardeşi, endişeli ve üzgün bir şekilde doktoru bekliyordu. Doktor, ailenin önüne geldiğinde, yavaşça konuşmaya başladı.
“Üzgünüm, ne yazık ki, tüm çabalarımıza rağmen, onu kaybettik.”
Suna’nın annesi, gözyaşlarını tutamayarak, doktorun ellerine sarıldı. “Nasıl böyle bir şey olabilir? O daha çok gençti...” derken hıçkırarak, biraz da kendini suçlayarak ağlamaya başladı.
Doktor, başını eğerek, “Durumu gerçekten çok kritikti. Uyguladığımız tedaviler, maalesef yeterli olmadı. Suna’nın iç organlarında ve beyninde ciddi hasarlar oluşmuştu. Bu hasarın büyük bir kısmı, maruz kaldığı şiddetten kaynaklı. Yani, kocası tarafından uygulanan şiddet, ciddi fiziksel hasarlara yol açmıştı” dedi.
Suna’nın babası, derin bir öfke ve üzüntüyle, “Bunu nasıl anlayamadık? Hiçbirimiz yaşadığı bu acıları fark etmedik. Neden bu kadar geç kaldık?” dedi.
Doktor, “Lütfen kendinizi suçlamayın. Bu tür durumlarda, mağdurlar genellikle yardım çağrısında bulunmakta geç kalabilirler ya da yardım almakta zorluk yaşayabilirler. Utanması gerekenin şiddeti uygulayan olduğunu bilmelerine rağmen mağdurlar daha fazla utanç duyarlar.” açıklamasında bulundu.
Suna’nın kardeşi, gözleri dolmuş bir şekilde, “O kadar uzun süre komada kaldı ki. Acı çekmemiştir değil mi?” diye sordu.
“Hayır, içiniz rahat olacaksa eğer bu süreçte hiç acı çekmedi.”
Doktor, ailenin bu zor anında yanlarında olmaya çalışarak, “Bu dönemde birlikte kalmak ve birbirinizi desteklemeniz çok önemli. Aynı zamanda profesyonel destek almanız da bu süreci daha kolay atlatmanıza yardımcı olabilir. Suna’nın anısını yaşatmak, onun hayatını anlamak için önemli bir adım olabilir. Size her konuda yardımcı olacağız. Eğer herhangi bir desteğe ihtiyacınız olursa, lütfen bana veya hastane personeline ulaşın” dedi.
Suna’nın bilincini kaybetmeden önce son bir gayretle telefonundan yardım çağrısı yapması Ahmet’in yakalanmasını sağlamıştı ama onu geri getirmeyecekti. Kızlarını kaybeden aile elbette Ahmet’in en yüksek cezayı alması için elinden geleni yapacak, en iyi avukatları tutacaktı ama onlar da içten içe biliyordu bir kravat ve takım elbisenin iyi hal sayılıp cezanın kuşa döneceğini.
Hastane koridorunda, Suna’nın ailesi birbirlerine sarılarak, yaşadıkları acıyı ve kaybı paylaştılar. Kızlarının yaşamış olduğu zor süreç, onların hayatında da kalıcı izler bırakmıştı. Şimdi, onun anısını yaşatmak ve onun yaşadığı trajediyi anlamak, başka kadınlara yardımcı olmak için birlikte hareket edeceklerdi.
***
Suna gözlerini açtığında, kendini uyuduğu sığınaktan çok farklı bir yerde buldu. Etrafındaki manzara, kendisini bir rüyada gibi hissettiren, huzur dolu bir güzellik sunuyordu. Gökyüzü, yumuşak pastel renkleriyle parlıyor, hafif bir ışık etrafı aydınlatıyordu. Çimenler yeşil ve canlıydı, çiçekler ise rengârenkti.
Suna, yumuşacık çimenin üzerinde uzanıyordu. Etrafında, ılık rüzgârın etkisiyle nazikçe sallanan ağaçlar vardı ve kuşların tatlı melodileri kulaklarına ulaşıyordu. Havadaki tatlı ve huzur veren koku, derin bir rahatlama hissi yaşamasını sağlıyordu. Bir an için, bu yerin gerçekten bir cennet olduğunu düşündü. Yavaşça doğruldu ve etrafına bakındı. Her şey o kadar güzeldi ki, gözleri bu manzarayı kavramakta zorlandı. Suna, bir anda kendisini sımsıkı kucaklanmış ve mutlu hissetti. Evliliğinde yaşadığı zorlukların ardından, bu ortam ona gerçek bir huzur ve mutluluk vermişti. Hissettiği rahatlama, tüm hayatı boyunca yaşadığı acıların üzerine büyük bir iyileşme gibiydi.
Etrafındaki güzellikleri izlerken, gözleri dolmuş şekilde derin bir rahatlama hissetti. Çiçeklerin kokusu, kuşların melodisi ve hafif rüzgâr, ona hayatının tüm acılarının geride kaldığını anlatıyordu. Artık kendini tamamen özgür ve huzurlu hissediyordu. Bir süre etrafındaki güzelliklere ve sakinliğe daldı. Artık dünyada yaşadığı acıların çok geride kaldığını, buranın ise gerçek bir mutluluk yeri olduğunu anladı. Her şeyin ötesinde, bu yeni yerde, nihayet bir dinginlik bulmuştu. İçindeki tüm yüklerin kalkmış olduğunu hissetti ve bu yeni hayatına adım atmanın tadını çıkardı.