Ustura Kemal 50 Yaşında | Mehmet Berk Yaltırık
05-07-2023
16:44
Birkaç kuşağın tanıdığı, yıllarca gazetelerde çizgi roman, dergi ve albüm olarak tefrika edilen, 1996 ve 2012’de iki kere diziye uyarlanan Üsküdar kabadayısı Ustura Kemal’i hayal dünyamıza armağan eden Haldun Sevel, eski İstanbul kültürünü ve Millî Mücadele senelerinde yaşananları çizgileriyle aktaran bir usta. Ustura Kemal’in maceraları 1972’nin Temmuz ayında Günaydın gazetesi bünyesinde çıkan Gün gazetesinde başladı, 1974’te ise Günaydın’a geçti. Günaydın Almanya, yine Günaydın bünyesinde yayımlanan Kocaeli gazetesi, İzmir Demokrat gazetesi, Tercüman Almanya, Güneş, Akşam ve Hürriyet gazetelerinde de yer aldı, 1970’lerde haftalık dergi şeklinde yayımlandı. 90’larda ve 2000’lerde ise Ustura Kemalalbümleri raflarda arz-ı endam etti.
Denize olan tutkusuyla ‘Rüzgâr Baba’ olarak da tanıdığımız yılların çizgi ustası Sevel’le Ustura Kemal’i, çizgi roman serüvenini, deniz tutkusunu, hatıralarını konuştuk.
Çizerliğe nasıl başladınız? Hangi ustalarla çalışma imkânınız oldu? Ustura Kemal karakteri nasıl doğdu? Eski Üsküdarlıların ve Üsküdar kabadayılarının hatıraları, sizlere anlattıkları çizdiklerinizi nasıl etkiledi?
İlkokul sıralarındayken o yıllarda yayımlanan bütün resimli romanları alır, itinayla biriktirirdim. Pekos Bill, Oklahoma, Tommiks, Teksas… Ortaokul yıllarında çizgi romanlar yapmaya başladığımı hatırlıyorum. Çalışma masam yoktu. Oturduğum koltukta kucağıma kalın bir yastık koyardım, üstüne de bir tepsi...
Nedense hep antik çağlara ait kısa senaryolarımı resimlerdim. Ortaokul bitirme sınavlarında bir dersi verememiş ve beklemeye kalmıştım. Öyle saçma bir uygulama vardı o yıllarda. Öğrenci okula devam etmiyor, isterse sadece beklemeye kaldığı derse giriyordu. Aklımda hep resim ve resimli roman vardı zaten, okul pek umurumda değildi. O günlerde babamın da yönlendirmesiyle yaptığım resimleri elime alıp güya bir iş aramaya başladım.
Sonunda bana San Organizyonu tavsiye ettiler. Orası o yılların grafik sanatlar ve tiyatro afişleri ustası Mengü Ertel’in atölyesiydi. 14-15 yaşlarındaki çocuk Haldun’u geri çevirmedi. O dev adama şükran borçluyum. Resimli roman yapabilmek için bütün malzeme ve teknikleri orada öğrendim. Şöhler, canson, tarama ucu, habico fırça, antiskop, ecoline boya, siyah beyaz fotoğrafçılık... Ve o yılların olağanüstü insanlarını da tanıdım orada. Aziz Nesin, karikatürist Mıstık (Mustafa Eremektar), Mina Urgan, Bedri Rahmi Eyüboğlu, heykeltıraş Kuzgun Acar. Erkal Yavi, Ersal Yavi... Benim okulum orasıydı. Lise bitene kadar her yaz Mengü Bey’in yanına gittim.
Bir gün o Habico fırçayla kulağımı kaşıyordum... Mengü Bey omuzuma dokundu ve “O fırçaya saygılı ol. Çünkü sen onunla hayatını kazanacaksın!” dedi. Büyük usta demek ki geleceğimi görmüştü.
Lise bittiğinde, ailevi şartların elverişsizliği sebebiyle gece okuluna gitmeye başladım. Uygulamalı Endüstriyel Sanatlar Yüksek Okulu (UESYO)… Gündüzleri Mıstık Prodüksiyon’da Karikatürist Mıstık ağabeyin yanında çalışıyor, karton film yapımına yardım ediyordum. İş olmadığı zamanlarda ise yine çizgi roman yapıyordum. Artık az çok ustalaşmıştım da.
Mıstık Prodüksiyon’dan çıkıp Weider vücut geliştirme kulübüne gider, antrenmanımı da yaptıktan sonra gece okuluma geçerdim. Okulda bir gece müdürümüz vardı: Osman Ağabey. Teneffüslerde sohbet ederdik. Ona yaptığım resimli romanları da gösterirdim. Onun şu sözleri belki de kaderim oldu. “Yahu Haldun!” dedi. “Biz burada her yıl 30-40 peyzaj mimarı mezun ediyoruz. Tatbiki Güzel Sanatlar da bir o kadar mezun veriyor! Akademi de… Ve hemen hiçbiri de iş bulamıyor... Bak senin böyle bir yeteneğin var, bunları gidip gazetelere göstersene.”
Bu öneriyi ertesi gün Mıstık ağabeye söyledim. “Olur tabii,” dedi. “Ben gösteririm gazetelere, ama önce bir kahraman yaratman lazım. Kahramansız olmaz.” Önerisini sorduğumda bir efe tiplemesi hazırlamamı istedi. Ben de yapmaya çalıştım. “Bu efe olmadı. Eski İstanbul kabadayısı oldu,” demez mi?
O günlerde de Refii Cevat Ulunay’ın Eski İstanbul Yosmaları’nı, Sayılı Fırtınalar’ı, Ahmet Rasim’in Muharrir Bu Ya ve Fuhş-i Atik kitaplarını okuyorum, hem de kaçıncı defa.
“O zaman eski İstanbul kabadayısı romanı yapıyoruz,” dedim. Kahramanım hazırdı. 16-17 yaşlarında yeni yetme bir delikanlıyken arkadaşlarımla mahalle mahalle dolaşır, iddiasına bilek güreşleri yapardık. Bu semt kahveleri içinde bayağı geçmişi olan tarihî sayılacak kahveler de vardı. Salâh Birsel’in Kahveler Kitabı’nı da okumuştum o yıllarda. O kahvelerde kabadayılıkla ilgili öyküler dinlerdik. Zaten o yıllarda Üsküdar’ın delisi de babayiğidi de boldu. Üsküdarlı Usta Kemal’i de bu bilek güreşi ziyaretlerinde yaşlı amcalardan dedelerden dinlemiş, etkilenmiştim. Çünkü bu bahsedilen Usta Kemal’i ben çocukluğumda anneannemle gittiğim Darülaceze’de tanımıştım. Emindim o olduğuna. Bana işlemeli pirinç bir kutunun içinde bir not defteri hediye etmişti. Üstünde ismi vardı Usta Kemal. Maalesef onu dizi çekilirken filmcilere vermiştim, geri gelmedi.
Hemen dört bant hazırladım, her birinde üç kare olan yatay bantlar. Mıstık ağabey o sabah saat 9.00’da Günaydın gazetesine gitmek üzere prodüksiyondan ayrıldı. Saat tam 10.30’da telefon çaldı. Mıstık ağabeydi arayan.
“O zaman eski İstanbul kabadayısı romanı yapıyoruz,” dedim. Kahramanım hazırdı. 16-17 yaşlarında yeni yetme bir delikanlıyken arkadaşlarımla mahalle mahalle dolaşır, iddiasına bilek güreşleri yapardık. Bu semt kahveleri içinde bayağı geçmişi olan tarihî sayılacak kahveler de vardı. Salâh Birsel’in Kahveler Kitabı’nı da okumuştum o yıllarda. O kahvelerde kabadayılıkla ilgili öyküler dinlerdik. Zaten o yıllarda Üsküdar’ın delisi de babayiğidi de boldu. Üsküdarlı Usta Kemal’i de bu bilek güreşi ziyaretlerinde yaşlı amcalardan dedelerden dinlemiş, etkilenmiştim. Çünkü bu bahsedilen Usta Kemal’i ben çocukluğumda anneannemle gittiğim Darülaceze’de tanımıştım. Emindim o olduğuna. Bana işlemeli pirinç bir kutunun içinde bir not defteri hediye etmişti. Üstünde ismi vardı Usta Kemal. Maalesef onu dizi çekilirken filmcilere vermiştim, geri gelmedi.
Hemen dört bant hazırladım, her birinde üç kare olan yatay bantlar. Mıstık ağabey o sabah saat 9.00’da Günaydın gazetesine gitmek üzere prodüksiyondan ayrıldı. Saat tam 10.30’da telefon çaldı. Mıstık ağabeydi arayan.
“Bantlarını kaligrafist Nezih (Dündar) ağabeye gösterdim, o da Haldun (Simavi) Bey’e göstermiş. Haldun Bey de ‘O çocuk bu romanına devam etsin, biz de yayınlayalım’ demiş.” Kulaklarıma inanamıyordum tabii. Daha 22-23 yaşındaki ben kim, Günaydın gibi bir star gazetede çalışmak kim? Sevgili Mıstık ağabey de destek vererek: “Sen burada masanda çalışmaya devam et. Sadece resimli romanlarını çiz, ben yokken telefonlarıma baksan yeter,” demişti. Mengü Ertel’in ve Mustafa Eremektar’ın haklarını ödeyemem, onlar olmasaydı sanırım Ustura Kemal de olmazdı.
Böylece Ustura Kemal, aralıksız 35 yıl pek çok gazetede yayımlandı. Almanya, Avusturalya ve Libya’da basıldı. Haftalık dergi olarak yayımlandı. İki kere de dizi filmi çekildi. Kitapçılarda da sanırım 4-5 albümü var.
Hangi özel tekniği kullandınız Ustura Kemal’i çizerken? Fotoğraf merakınızla çizgi sanatını nasıl harmanladınız?
Ustura Kemal’deki resim tarzı kendiliğinden oluştu diyebilirim. Çünkü tarz olarak kendime örnek aldığım bir usta yoktu. Çizgi romana profesyonel olarak başlamadan az önceydi... O zamanlar hayalden çalışıyordum, ama bir eksiklik var hissi duyuyordum. Yine de yerli ya da yabancı bir ustayı taklit etmek istemiyordum. Güveniyordum kendime. Bir gün elime bir Vampirella albümü geçti. Arka kapakta bir Vampirella fotoğrafı vardı. Evet, çizim değil fotoğraf. Vampirella bir manken kızdı demek! O an bir ışık yandı içimde. “O zaman bunlar modelden ve fotoğraftan çalışıyorlar,” dedim. Ortaokuldan beri zaten iki fotoğraf makinem vardı. Mengü Bey’in yanında karanlık oda fotoğrafçılığını da öğrenmiştim. Hemen işe koyuldum.
Çizgi romanım Üsküdarlı Usta Kemal için fotoğraf çekmeye başladım hemen. İlk modelim Mıstık Abim oldu (Kolcu Raif). İkinci modelim Adıyaman hanın çaycısı Nevzat oldu. Lakabını da kendi koydu: Ağır Batarya Çaycı Nevzat. Usta Kemal de ben oldum. Ve ne kadar arkadaşım varsa hepsinin fotoğraflarını çekmeye başladım. 20 kare portre, 20 kare büst, 20 kare boy. Ve kafama göre kavga resimleri. Günler geceler boyu çalıştım. Kısa zamanda 10-15 kişilik bir fotoğraf arşivim oldu. Şimdi bu fotoğrafları hatasız resim kağıdına aktarmak için bir antiskop (Yukarı kaldırınca resmi büyüterek kâğıda yansıtan, aşağı indirince de küçülten, dikine çalışan bir projeksiyon) gerekiyordu. Mengü Bey’in elinde iki tane yedek vardı. Birini bana satmaya razı oldu, onu taksitle aldım. Mıstık Prodüksiyon’un duvarına monte ettim.
Peki ya fonlar yani geri plan ne olacaktı? Babacım o yıllarda bana ‘mezarlık ressamı’ derdi. Hep Karacaahmet Kabristanı’nın tablolarını yapardım. Bir iki de eski ev ilave ederdim ecoline tablolarıma. Hemen gidip iki spot ışığı aldım. Bir de 6x6 lubutel’ime ayak... Mezarlık ve eski ev tablolarımı bir duvara bantlayıp ve spotları da yakıp, onların negatiflerini elde ettim. Ve bu negatifleri mat fotoğraf kâğıtlarına bastım bol bol. Birinci plan olan insan figürlerini çizip boyayınca, hassas bir makasla dış konturlardan dikkatle kesiyor ve mat kâğıda basılmış fon resimleri üstüne, perspektifini ayarlayarak yapıştırıyordum.
Resimli romanımın böyle yayımlandığı günlerden bir gün, büyük usta Suat Yalaz beni arayarak: “Yav Haldun o kadar detaylı fonları her resmin arkasına tekrar tekrar nasıl yapıyorsun, gözlerine yazık,” demişti. İşte arka plan tekniğim de buydu.
Şimdi gelelim boyama tekniğime... Bunu uygulayan bir resimli romancı olduğunu hiç sanmıyorum. Bu tarz benimle birlikte ölüp gidecek. Hâlbuki ilave hiçbir şey yapmadan mükemmel sonuç veren bir tarz. İnsan figürlerinin konturlarını çini mürekkebiyle çeker, sulandırılmış ecoline’lerle de figürlere gölge verirdim. Klasik ecoline çalışması yani. Resimli romanımı yaparken, önümde mukavvadan yaptığım dörtlü bir ecoline yuvası dururdu. En solda çok açık gri ecoline, yanında gri, onun yanında da siyah ecoline, en sağda da çini mürekkebi… Bir gün farkında olmadan tarama ucunu çini mürekkebine değil de siyah ecoline’e batırıp siyah konturları 700 numaralı siyah ecoline’le çizmişim. Kontur işi bitince 10 numara habico sulu boya fırçamı en açık griye batırıp konturlarıma her zamanki gölgeyi vereyim dedim. Aa o da ne!? Kontur eriyor! İzi kalıyor, ama eriyor ve kendi kendine degrade geçişler, çok hoş dalgalanmalar oluşuyor. Fırçadaki su miktarı fazlaysa dalgalanmalar çok coşkulu oluyor, az ise hafif dalgalanmalar kendi kendine oluşuyor. Şahane bir armoni olduğunu hayretle gördüm. O günden sonra çini mürekkebini hemen bıraktım, tüm konturları siyah ecoline batırılmış tarama ucuyla çekmeye başladım. İşte benim tekniğim ve tarzım kısaca böyle.
Ustura Kemal 1996’da ve 2012’de iki kere televizyona uyarlandı. 1996’daki uyarlamada Ustura Kemal’i siz canlandırmıştınız. Bu uyarlamalarla alakalı olarak neler söylemek istersiniz?
1996’daki dizi tamamen benim yazdığım senaryolar üstüne kuruluydu. Hepsinin de yarı belgesel niteliği vardı. Her bölüm başlı başına ayrı bir serüvendi. Geçtiği dönemin siyasetine de âdetlerine de dikkat edilerek hazırlanmıştı. Benim lisede ve sonraki yıllarda tiyatro denemelerim olmuştu, kendi kahramanımı yaratmak zor olmadı. Zaten yıllarca kahramanınızı tarzı ve karakteriyle var ederken, artık siz mi onu oluşturdunuz, yoksa o mu sizi oluşturdu, birbirine karışıyor giderek. O günlerde ATV’de dizilerden sorumlu olan müdür, adı Ekrem’di yanlış hatırlamıyorsam, hemen başlayalım deyince bir ay içinde kolları sıvadık. Primetime saatlerinde yayınlanan dizimiz, o aylarda dünya kupası maçları olduğu halde, yüzde 17 izlenme payı alarak en başlarda yer aldı ve pazar günleri tekrarlandı. Her şey çok iyi gidiyordu ve elimizde çok güzel, yıllarca süren araştırmalar sonucu yazdığım senaryolar vardı, fakat sekizinci bölümü çektiğimiz günlerde dizimiz yayından kaldırıldı.
2012’deki dizi benim verdiğim senaryolara ve dokümanlara göre çekilmedi. Başka senaryolarla çekimi sürdürdüler. İşte, “Tatavla Rum kabadayıları kötü, Türk kabadayıları iyi adam. Türk kabadayıları döver Rum kabadayıları dayak yer,” yaklaşımıyla… Hâlbuki Ustura Kemal ırkçı bir öykü değildir. Eski İstanbul’da Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si, Levanten’i, hepsi dostça yaşarlar, komşuluklar yaparlar, birbirlerinin bayramlarını kutlarlar. Yani hümanist bir öyküdür Ustura Kemal. Avam insanların babayiğitçe ahlakını anlatır.
Filmciler maalesef gerçek Ustura Kemal’i değil, kafalarında uydurdukları şeyi yaptılar. Yaptıkları ırkçılığa tepkiler gelmeye başlayınca da “Konular Haldun Sevel’den alınmıştır,” yazısını jeneriğe eklediler. Ancak dizinin senaryoları yazan dostumuz Baykut Badem’di.
Yine karışmadım çünkü artık hayatı terk etmiştim ve denizlerde mütevazı teknemde yaşıyordum... İnsanların kazanma hırsı içindeki hayatlarının benim doğal yaşamımda artık hiç yeri yoktu. 13’üncü bölümden sonra dizinin çekimine son verildi. Ben de bir oh dedim.
Milli Mücadele yılları ve Atatürk’le ilgili bir anınızı sosyal medyada paylaşmıştınız. Ayrıca İstanbul’un işgal yıllarıyla alakalı olarak rahmetli sahaf Tayfun Kurt’un temin ettiği belgelerden faydalandığınızı biliyoruz. Bunlardan bahsedebilir misiniz?
Anneannem Behice Leman Koç, İstanbul’un işgali yıllarını, o acıları, korkuları, açlığı yaşamış ve bakımsızlıktan verem geçirmiş. Bana çocukluğumda o işgal günlerini anlatırdı. Bir defasında bir şey göstermişti gözyaşlarıyla. O zaman niye ağladığını anlayamamıştım. Şimdi ta içimde hissediyorum. Tülbent içine sarılmış üç ya da dört dilim kuru ekmek, bir avuç da kurumuş zeytin... “Ordumuz İstanbul’a girdiğinde evde, tel dolabımızda sadece bunlar kalmıştı oğlum, yiyecek başka hiçbir şeyimiz kalmamıştı,” demişti. O karanlık günlerde Türk bayrağının yapımı, satılması özellikle de asılması yasak olmalı ki, Leman Hanım Mustafa Kemal Paşa’sının bir gün onları kurtaracağından emin, evinde iğne iplikle bir Türk bayrağı yaptığını anlatırdı. Sonrasında neler olduğunu sorduğumda da gözlerini silip devam ederdi. Ekim günleriymiş, düşman gemileri daha gitmemiş. Küçük çocuklar bağıra bağıra Kadıköy’den Türk askerinin geldiğini haber vermişler. Onlara, sokak çocuklarına ‘Sümüklü Kahramanlar’ denirmiş. Mustafa Kemal’i ve Türk askerini anlatan birkaç gün önceki Anadolu gazetelerini bağıra çağıra sokaklarda satarlar, işgal askerlerinden dayak yerler, ağızları burunları kanaya kanaya, salya sümük, yakalanmayan arkadaşlarının gazetelerini paylaşır ve yine ağlaya ağlaya satmaya devam ederlermiş. Leman Hanım da bu çocukların yüzünü gözünü siler yaralarına merhem sürermiş. ‘Sümüklü kahramanlar’ Türk askerinin Kadıköy’den doğru geldiğini çığlık çığlığa duyurunca... Leman Hanım hemen annemi yani Kamile bebeği bir masa örtüsüne sararak sırtına almış... Eline de düz bir sopaya bağladığı Türk bayrağını alarak, o veremli bir deri bir kemik haliyle Salacak Bostan sokaktan koşmaya başlamış. İhsaniye alt sokaktan Harem’e oradan ayıla bayıla Selimiye kışlasının önünden, sağlık okulunun orada askerlerimizi yakalamış. Yıllar sonra öğreniyorum ki düşman gitmeden İstanbul’un Anadolu yakasına giren fırkanın adı, Demir Fırka. Komutanları Hüseyin Hüsnü (Erkilet) Paşa. Anneannem sırtında bebeğiyle öndeki süvariye koşmuş. Çizmelerine sarılmış, çizmelerdeki tozları yüzüne, yanaklarına sürmüş. Yani öyle anlatırdı gözleri yaşlı. Dedem Üsküdarlı İsmail Hakkı Kaptan, “Ben sabah ezanı okunduğunda hâlâ gelmemişsem, hemen Kamile bebeği sırtla doğruca Çamlıca’ya akrabalarına kaç,” dermiş. Bir sabah, ezan okunmuş İsmail Hakkı Kaptan yok, öğlen okunmuş, yok. Leman hanımla Kamile bebek kalmışlar tek başlarına. Gerisi uzun...
Ben bunları dinleyerek büyüdüm, dolayısıyla İstanbul’un işgalini yaşamadığım halde, sanki yaşamışım gibi içimde bir acı olarak yer etti. Ustura Kemal’de 84-85 yıllarına kadar Mutlakiyet devrini araştırıp anlattım. İşte Direklerarası, Aksaraylı Onikiler, Zina Yokuşu (aslı Sena yokuşu) Saray hafiyeleri, Başbelası Fehim Paşa, Yedi Sekiz Hasan Paşa, Kâğıthane sefaları, Cadde-i Kebir fener alayları, Tatavla külhanbeyleri, kapatmalar, racon kesen yaşlı kabadayılar, Çerkez Arif’le Matlı Mustafa vesaire, vesaire… Sonra 90’lı yıllara kadar Meşrutiyet devrini, İttihat ve Terakki’yi anlattım, kongrelere kadar… Bulgarların İstanbul kapılarına dayanmasını ve Bab-ı Ali baskınını yani beş kişiyle yapılan ihtilali sonra Mahmut Şevket Paşa’ya yapılan suikastı ve 31 Mart gerici ayaklanmasını, Hareket ordusunun İstanbul’a gelişini anlattım, resimledim.
Öte yandan İstanbul işgalini hep sona saklıyor o konuya korkarak dokunmuyordum. Bu konuda bilgi eksikliğim olduğunu düşünüyordum. Bu eksikliği de sevgili dostum rahmetli Çınardibi Sahaf Tayfun’un gayretleri sayesinde tamamladım. Şeref Sözü’nü ve İstanbul’un İşgalinde İsimsiz Kahramanlar’ını yaptım. Çınardibi Tayfun’la tanışmam ilginçtir. Bir kitap arıyordum. Girdim içeri, sordum. Varmış. “Alabilir miyim?” dedim. “Sen Zeytindağı’nı okudun mu?” diye sordu. Okumadığımı söyleyince de Ben Zeytindağı’nı okumayan adama o kitabı satmam,” demez mi... Hoppala! Ama hoşuma gitti bu delilik. Yani çünkü ben yüz yüze girişen insanları severim, Nazım Hikmet gibi. Arkadan vuranları sevmem. “Tamam,” dedim, “Ver Zeytindağı’nı okuyacağım, gelip sana anlatacağım, ama geldiğimde sattım dersen bütün kitaplarını yerden toplarsın.” Ters ters baktı bana ama Zeytindağı’nı getirip verdi. Parasını verdim almadı, “O kitabı almaya da gelmezsen bir daha da bu dükkâna giremezsin,” dedi. Çıkarken, “Sen çayları hazırla iki gün sonra geliyorum,” deyip çıktım. O günden sonra da çok iyi arkadaş olduk.
Röportaj: Mehmet Berk Yaltırık
Röportaj: Mehmet Berk Yaltırık