YA SENDEN BAHSEDİYORSAM? - Arzu Çorluluoğlu

26-05-2024 02:46
YA SENDEN BAHSEDİYORSAM? - Arzu Çorluluoğlu

“Karanlık ve aydınlık arasındaki çizgidir hayat. Asla tek tarafta kalamazsın…”                                       

 

 YA SENDEN BAHSEDİYORSAM?

Sahillerce, ormanlarca, sokaklarca yürüyen insanların yanından geçip gidiyorum spordan sebeplerle. Yürürken ya bir kitap dinliyorum ya yeni müziklerin keşfine çıkıyorum. Hepsini yaparken, izliyorum çevredeki her detayı. Yani izlediğimi sanıyorum tabi. Odak noktamıza göre görüyoruz neticesinde… Bunu öğrendiğimden beri düşünüyorum aslında. Bilmediklerim, acaba nasıl görünüyorlar etrafımda? Hiç farkına varmadığım renklerimiz olabilir mi? Sanat, özgün müdür yoksa tekrardan ibaret midir çelişkisi çözülemedi, çözülemez de. Bir resmi bir odağa baka baka yapmakla, hayalden yapmak arasında fark yok bence. Ha andaki yere bakıyor ressam ha kayıttakine. Yani her şeyin özü kayıt! E böyleyse, nasıl özgün olunabilir? Diğerlerine benzemeyerek tabi. Yani aynı masayı, bambaşka yazanla çizen, özgün. Ama mevzu masa. O ne olacak??? Dark Hal o zaman!’

İstiklal caddesinde görmüşler onu. Adı Hilal olmuş…

Radyoculuk zamanlarım… Yaşlarımızın birbirine pek üstün gelmediği duvarlar içerisinde uçuşan kelebekler gibiyiz biz öğrenci yayıncılar! Hayat ve aşk kaynıyoruz ve de dünyaya frekans gücümüz kadarcık yansıyoruz… Mavi gözlü bir delikanlı geliyor radyoya. Öyle hevesli ve masum ki! Bir köyde oturuyormuş. Ailesinden uzakta yaşamak istiyormuş. Ama okullu da değilmiş… Bana diyor ki “Arzu, hadi bak ben harika yayın yaparım. Ama öğret ve bana kalacak yer bul!”. Öğretmesi tamam da gerisi ya? Henüz büyümemişim ki daha o kadar…

Ailesi arıyor birkaç gün sonra radyoyu. Kırmıyorum tabi ki Barış’ı. Bu kadar istekli birinin sadece şansa ihtiyacı olmalı! O şans bensem, bu benim mucizemdir ancak! Büyüdüğüme inandıran bir yıldız kayması gibi ellerim yüreğimde, “Olur.” diyorum tabi ki! Taaabi ki de hatta! O zamanlar “Tabii ki” ve “de” bağlaçları birbirlerine daha bir kardeşlik ediyorlar! Kendimi alamıyorum ki bağlamalardan bir şeyleri bir şeylere! “Evet.” Diyorum Barışın annesine telefonda. “Barış burada. 2 üniversite öğrencisinin yanında kalıyor şimdilik. Onların bir evi var. Güvenli çocuklar. Burada yayın yapan şu şu arkadaşlar.” Annesinin içi rahatlıyor. Benim de çoook sevgi dolu dinleyicilerimden biri üstelik anne. Pozitif önyargısı var bana karşı. Güveniyor… Yine büyüdüğümü hissediyorum! İşler çözen Arzu haline geliyorum! “Ay herkesler yaşasınlar tabiii kii de de de de!”

Barış ben makyaj yaparken gelip beni izliyor arada. Yalnızlaşıyor yavaştan… Çevresinde ev arkadaşları olmalı ama o bağı göremiyorum aralarında. Daha çok benim yakınlarımda… Bazen öyle hızla koşuşturuyorum ki işte, makyajımı tazeliyorum, reklam görüşmelerine gitmeden önce. Dikkatimi çekiyor, Barış’ın bana karşı şefkati. Öyle sıcacık ve yalnız ki… Hem sormaya zaman dar hem de biraz her şey kendi mecrasında yerli yerine otursun diye bekliyorum… Çok bekliyorum…

Birkaç güne Barış’ın ev arkadaşları odama geliyorlar, kapıyı da sıkıca kapıyorlar… Şikayetçiler Barış’tan… Çünkü Barış krem kullanıyormuş yüzüne gece yatmadan önce… Ağlakmış, çok konuşuyormuş, bir tuhafmış… İstemiyorlarmış evlerinde böyle birini… Anlıyorum… Ve de anlayamıyorum… Üniversiteye giden aydın öğrenci arkadaşlarım, yayınlarda bir sürü sözler sarf eden, güzel bakan canlarım, iş başa düştüğünde dışlamayı seçiyorlar… Herkes kendi özgür iradesi ile karar verecek elbette… Ben bir şey diyemiyorum… Ev onların… Sadece soruyorum;  “Barış’ın size bir zararı oldu mu? Gidecek bir yeri olmadığını biliyorsunuz. Son kararınız bu mu?” Hiçbir zararı olmayan Barış, gitsin istiyorlar, gidecek bir yeri olmadığını bildikleri halde… Çünkü aslında dünya, karanlık ve vahşi bir orman… Bir insan ömrünün, üniversiteye denk gelen zamanlarında bile… Hani full kapasite tahammüller? Nerede?

Annesi arada arayıp benden bilgi alıyor. İşler sarpa sardı mı kontrol ediyor tabi. O gün radyoyu arama rutinlerinden biri ve telefon çalıyor! Bir şey demiyorum… Kısa kesiyorum muhabbeti… İşler çok yoğun bahanesine sığınmayı da sanırım en çok bu konuşmalarda öğreniyorum… Hatırladığım ilk güçlü kaos bu hayatımda…

Barış ile bir şeyler içmenin vakti geliyor… Çıkıyoruz çatının ve duvarların dışına. Güneşe bırakıyoruz taze zamanlarımızın saçmalama özgürlüğünü. Nehir kıyısına gidiyoruz ve nehre devrilmiş bir ağacın üzerine oturuyoruz yan yana. Oturacak bir yer bulamamış gibi ya da ne mutlu ki bambaşka bir yerleri keşfetmeye niyetimiz varmışçasına… Ayakkabılarımız ayaklarımızda! Az aşağısı nehir suyu oysa… “Hadi!” diyorum. “Ayakkabılarımız çok ağır değil mi sence de?” Ayak kaplarımızı atıyoruz sahile, içlerine tıkılmış çoraplarımızla! “Daha özgür olabilir miyiz acaba, ayaklarımız suda konuşurken? Yoksa bunca doğal akışta, daha mı zor olacak az sonra söyleyeceklerim?” diye düşünüyorum, güya sessizce… Barış duyuyor ama…

“Arzu, ben giderim.” diyor. Benim kafada ve yürekte ortaklaşa yazılmaya çabalanan konuşma metnim, işte tam o anda yanıp kül oluyor! Anlamdan mamul bir Pompei faciası yaşarcasına, nefessiz kalıyorum kül yığınları arasında! Eyvah! Bunu hiç beklemiyordum ki ben!

Bakıyoruz birbirimize… Sapsarı saçları var Barış’ın. O kadar değerli bir kalple yaşıyor ki! Gökkuşağı gibi duyguları! Yok yok! Baktığı her yeri renklere boyar gibidir bakışları onun. Süsler anı ya bir şakasıyla, ya seni önemseyen sessizliğiyle. Ya bir işin ucundan bakmışsın asılmış canhıraş! Yardım etmeye gönüllü kıtlığına kesin çözümdür bizim Barış ya! Barış bizimdir ya! Ben nasıl diyeceğim seni istemiyorlar! Nasıl diyeceğim gitme ya da!

“Barış…” diyorum. “Nasıl geçti evde günler? Biraz bunlardan konuşalım.” Barış başlıyor anlatmaya. Kimseyi kötülemiyor olması, içimdeki vicdanı öyle çok yoruyor ki! Bir pırlantayla insan ömründe kaç defa konuşabilir ki? Yerin dibine geçiyorum, hatta maddenin hallerinde bile dolaşıyorum hissen! Katılaşıp tüm dünyaya hiddetle paramparça oluyorum! Buharlaşıp hiçleşiyorum etkisizliğimden! Akıyorum tuz tuz gözlerimden! Hiçbir şey yapamadan dinlemeye devam ediyorum…

Barış diyor ki “Ben herkesi anlıyorum. Sen sakın üzülme Arzum. Ben gideceğim.” Diyorum “Barış nereye gideceksin? Evine döneceksen, bu iyi haber. İçim rahat eder. Lütfen bir süreliğine en azından annenin yanına dön. Ben bir şeyler halletmeye çalışırım. Biraz süre ver bana.” Aklıma tek çözüm bu geliyor. Barış, düşmesin yeter ki tuzaklara… Çünkü o bir pırlanta… Değeri o kadar coşup taşıyor ki içinden, sürekli ikramda… Her duygusuyla, vampirler tarafından eskitilmeye öylesi açık… Öylesi sade… Korkusuz… Heyecanlı… İnançlı… Ve küskün de…

Benimle tartışmaya girmiyor. İkna etme çabasına dahi beni sokmuyor yormamak adına ve bir de doğru söylemekten başka söz bilmediğinden, susuyor susabildiği kadar… Eve gitmeyeceğini bana söylemiyor. Gideceğini de demiyor. Sadece kabulde olduğunu sanmamı sağlıyor sakinliğiyle… Birkaç gün süre istiyorum Barış’tan. Okulda başka güvendiğim arkadaşlara açıyorum yelkenlerimi ama ertesi güne yelkenlim batıyor… Gerçekler kayasında paramparça oluyor hayaller, amaçlar, iyilikler…

Barış’ı istemeyen yayıncı arkadaşlar, yanıma teşekküre geliyorlar sorunu çözdüğüm için... Eşyalarını toplamış sarı saçlı, mavi gözlü Barış. Teşekkür etmiş herkese ve sormuş, ödeme yapması gerekli mi kaldığı gün kadarına. Cebinde olmayan parasıyla üstelik onurunu ayakta tutmuş giderayak… Çocuklar bir şey istememişler. Güzelce vedalaşıp ayrılmışlar. Barışın ettiği teşekkürler, içlerine çok dokunmuş da bana bundan bahsediyorlar hiç susmadan! İçlerine dokunan bir veda… Her şey kendiliğinden çözülmüş… Ferahlamışlar… Artık kimseler Barış için onlara bir şeyler demeyecekler… Kendilerini kötü hissetmeyecek bu medeni iki üniversiteli yayıncı arkadaşım(!)

Ben sabırsızlık içinde son cümlelere gelene dek dinlemede kalıyorum. Ve diyorum “Hayır gitmemeliydi henüz! Demek ki öylece çekip gitmiş kendi kendine…” O anda çocuklar da endişeleniyorlar. Telefona sarılıyor Hakan ama telefon kapsama alanı dışına çıkmış bile… Artık kapsayamayacağız birbirimizi, gerçekte de kapsayamadığımız gibi... Geride kalan Hakan ve Mithat, mahcup bir halde kala kalıyorlar… Ben de arıyorum Barış’ı ama nafile… Mesajlar atıyorum… Bana döner diyorum… Dönmeyeceğini bile bile içerlerimdeki mağaraların ilkelliğinde… Annesini aramak istiyorum… Korkuyorum… Ne diyeceğim? Ya orada değilse? Aramazsam da kötü. Ya aradığında ne diyeceğim? Aramaya karar veriyorum…

Barışın annesi feryadı figan hale geçiyor daha ben ulaşamıyorum dediğim anda… Bana teşekkür ediyor az kendine gelince. Suçlu hissetmemem için elinden geleni yapan bir yaralı anne! Barış, güzel bir eğitim almış dediğimde, bu eğitmenin en çok da annesi olduğunu anlıyorum, telefonsal iletişimimizde…1 yıl aşağı yukarı haberleşiyoruz annesiyle Barış’ın… Barış yok… Barış’tan bir iz bulamıyoruz… Barışı merak ederek büyüyorum…

Düşünmeden edemediğim özellikle o ilk günlerde, en çok sorguladığım, o ince çizgi oluyor. Hormonsal farklılıklarıyla mücadele eden Barış, kendine anlaşılabildiği bir yer edinme çabasındayken, en sevdiği işi yaparak yaşamak istiyordu. İşler böyle olmasaydı, nasıl olurdu? Barış kabul görebilseydi, radyocu olabilseydi? Belki ulusal bir kanala atabilseydi o kapağı? Para kazabilse ve kendi evine geçebilseydi? Kaybolmak zorunda kalmasaydı? Nasıl bir hayatı olurdu?

Barış, benden radyoculuğu öğrenmek isterken ve bir yer ararken kalabilecek, aslında özgürlük istiyordu… Kendisini anlamak ve bir tercihte bulunmak… Anladım, çabaladım ama olamadı… Maalesef… Sadece şu sözler döküldü annesi ile konuştuktan sonra Barış’ın ev arkadaşı olamayan Hakan ve Mithat’a. “Bir Barış’a yön, yurt olamadık… İçimizde bu güzelliği koruyup, kollayamadık… Başına gelebilecek her şey, bizlerle de ilgili bu saatten sonra… Ve bu hüzün, eksilmeyecek bende…”

Radyo yayınları uzun süre şenliğini kaybetti, geride kalan sonuçlar içerisinde. Ben uzun süre bir anneyi anlama ve ona yarenlik etme çabasına giriştim. Hiçbir faydam olamadı Barış’ın bulunması adına da. Barış hiç dönmesi Arzusuna... İkna olacağını bildiğinden sanırım, hiç duymak istemedi sesimi…

Hayatlar büyüdü zaman içinde. Belki 10 sene geçti? Bir gün telefonum çaldı öyle. Hakan! Uzun zaman görüşmediğimiz Hakan! “Hilal olmuş Arzu! Hilal!” Diyerek başladı söze. İnsan yıllarca görüşmediği birinden telefon aldığında ve anlamsız bir şeyler duyduğunda karşıdan, yanlış aranmış olduğuna getiriyor o kanaati. “Hakan! Ben Arzu! Alooo! Sen kimi aradın? Huuuu!”  diye bir bağırıyorum önce. Bir dursun, bir hatadan dönsün istiyorum! Bu coşku boşa neden gitsin ki? Benle alakasız bir coşku ayrıca bana neden bulaşsın ki? Hakan “Barış” diyor birden… Ben, yutkunuyorum…

İstiklal Caddesi’nde geziyormuş kız arkadaşıyla Hakan. Birden taş gibi bir hatun Hakan’a seslenmiş. Topuklu ayakkabıları, mini bir eteği varmış Hilal’in… Aşırı makyajlı ve mutlu görüntülü bir kadınmış Hilal… “Arzu! Barış Hilal olmuuuşşş! Bir yerde sahne alıyormuş Hepimizi davet etti Arzu!” diyor Barış… Barış, yani Hilal, Hakan’a sevgi dolu yaklaşmış. Uzun zaman görmediği bir dostu görmüşçesine coşkulu bir konuşma olmuş ayaküstü. Hakan gidecekmiş. Ben de gelir miymişim?

Ben gitmedim Hilal’i görmeye… Hakan da bana dönmedi yaşadığı tecrübeyi anlatmaya. Bu hikâyenin sonrasını bilmek istemedim. Benim ruhumda o tatlı bakışlarıyla Barış vardı ve değişmesini istemedim. İnsanların hayatlarında, tıpkı tren rayları gibi makasların olduğuna inandığım, çok özel anlar vardır. O anlardan birinde daha, her yer raydı… Raylar ve makas atan hayatlar… Daha iyiye ya da daha kötüye evrilen dünyalar…

Annesi bir süre sonra aramayı bırakmıştı. Ben de aramalarımı buna bağlı olarak seyreltmiştim. Yavaş bir geçiş ile tanışıklığımızı karşılıklı olarak güncellememeyi seçmiştik böylece. Zaman içinde bir anne olarak çok şey hisseden bir kadın, beni sevmeyi bırakmıştı ya da beni yormayı kendince… Ve her hissine, tepkisine saygı duyduğum bu kadın için tek istediğim şey, gönlüne sinen şeylerin olmasıydı…

Acaba Hilal tanışmış mıydı annesiyle? Hilal olana dek, neler yaşamıştı? İstediği için mi yoksa sadece anlaşıldığını düşündüğü için mi Hilal tarafına meyletmişti? Radyoda kalabilseydi ne olacaktı? Baba olacak mıydı? Her şeye rağmen Hilal olmayı seçebilecek miydi? Barış ve Hilal için doğrular bir miydi? Hangi hayat için en doğrusu seçilebilirdi? Doğru sahi neydi? Kimin doğrusuna göre yaşıyorduk ki bizler? Üzüldüklerimiz ve sevindiklerimiz hangi değerleri besliyor ya da hangi değerleri yıkıyordu? Benim güzel pırlantam, nasıldı? Özündeki güzellikler kalmış mıydı Hilal’e de?

Hiç deneyimlemediğimiz şeylerin neler hissettirdiğini nasıl anlayabilirdik? Doğuştan kör birine, aşk dolu bakışları, bir şiir anlatabilir miydi mesela? Savaştan sağ salim kurtulmuş şanslı insan, hiç savaş görmemiş daha şanslı insana, aktarabilir miydi hayatın ne kadar değerli bir şey ya da korkunun nasıl bir duygu olduğunu, herhangi bir mimik ya da jestle “tam olarak”? İnsanlar… İnsanlar… Bakmaya çabalasam da etrafıma, yürürken ya da kahvemi yudumlarken o kendi kendime masamda, o kafenin birinde ya da çimenlerin üzerinde, asılda bakamadığımı biliyorum… Hiç yaşamadıklarımızın körü olduğumuzu anladığımız kadar anlayışlı olabileceğimize inanıyorum… Ahkam kesmenin, gereksiz bir keskinlik olduğunu düşünüyorum… Kan dökülmeyen bu ahkâmdan kesikler yüzünden, en azından Barış’ın neler yaşadığına şahitlik ettik şu an harfsel evrenimizde. Şahitlik edemediğimiz tarafları, hayal ettik belki kendi zannettiklerimizle? Ne işe yaradı?

Yanından geçip gittiğimiz hayatlar, kim bilebilir ne yükler taşıyorlar? Kendi karanlık yanlarımızdan biliyoruz ki sokaklar, özgün hikayelerle dopdolular. Yürürken, kahve içerken, o duvara o çiviyi çakarken ve bir Hilal ile göz göze gelirken, renkleri anlamayan körler olabilme ihtimallerimiz, ceplerimizde olsun…

Diğeri kadardan az ise varlığın

Çokluğu bilmiyorsun sen çocuk

Mavi göğün bulutu beyaz oysa

Ten rengi güneşi içer de renklenir

Şarkılar böyle böyle söylenir

Çiçek açar ve bahar gelir çocuk

Büyüyen sadece gölgelerimiz değil

Bir hayat var ruh yerinde

Bin hayat barındıran zenginlikte

Ve sen susuyorsan haykırdığın yerde

Sesinin telleri küser çocuk

Sen…

Küsme…

Şiir: Arzu Çorluluoğlu



Blog Etiketleri :
IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.