YAŞAR KEMAL-Âşık Kemal
19-02-2024
21:07
Asıl adı: Kemal Sadık Gökçeli
Yaşı: (Kendi anlatısıyla) “Ben Hemite köyünde 1923’te doğduğumu sanıyorum. Bana nüfus kâğıdım ilkokulu bitirdikten sonra verildi. Nüfus kâğıdımda 1926’da doğduğum yazılı. Yanlış olduğunu biliyorum. Sonradan uğraşarak doğum tarihimin 1923 olduğunu saptadım. Belki de tam olarak doğru değil ama ne yapayım, yaşımı doğru saptayacak elimde hiçbir belge yok. Bir de köylüler yayladan geldiklerinde doğmuşum. Bizim Çukurovalılar o zamanlar yayladan ekim sonlarında dönerlerdi bu kesin.”
Ailesi: Annesi Nigâr Hanım, babası Sadık Bey… Van’ın Muradiye ilçesine bağlı olan (Günseli kasabası) Ernis köyündendir. 1915 Van savaşlarını yaşamış olan Sadık Bey, Erciş yöresinin Luvan aşiretine mensuptur. 1915 yılında Rus ordusundan kaçan aile, ilk önce Diyarbakır’a, Urfa’ya ardından da İslahiye’ye gelir. Bir süre sonra Çukurova’ya yerleşmek üzere yola çıkarlar. Bu yolculuk esnasında yolda (İlerleyen yaşamlarında bu çocuk Yaşar Kemal ve ailesine çok derin acılar yaşatır) Yusuf adında yaralı bir çocuğu gören babası ona acıyarak himayesine alır. Kadirli’ye gelen aile, Hemite Türkmen köyüne yerleştirilir.
“Baba” figürünün sanatın birçok dalında öne çıktığını hepimiz biliyoruz. Edebiyat açısından bakıldığında da çok önemli bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ailenin en önemli yapı taşlarından biri olan baba, kimi zaman bir çatışmanın öznesi haline gelirken, kimi zaman da aşılması gereken bir güç odağına dönüşüyor. Genellikle baba-oğul arasındaki savaşın sebebi otorite ve iktidara dayalı bir durum olarak çıkıyor karşımıza. Baba, oğlunu soyunun bir uzantısı olarak kabul ederek kendi yaşamıyla bütünleştirirken, oğul da babasıyla girdiği bu rekabette kendi hayatının kontrolünü ele geçirmeye çalışıyor. Edebiyatta babayla oğul arasında geçen böylesi durumların yaşandığı örneklere rastlamak mümkün: Sophokles'in Kral Oidipus isimli eseri, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler romanı, Turgenyev'in 'Babalar ve Oğullar' adlı yapıtı.
Fakat ‘Favorin hangisi?’ diye sorarsanız yukarıdaki eserler dışında aklıma ilk gelen Franz Kafka’nın “Babaya Mektup” adlı eseri, diyebilirim. Edebiyatta “baba korkusu” kavramını anlatan en etkili yapıtlardan biri olduğunu düşünüyorum. Çünkü Kafka burada “baba” korkusunu sadece anlatmıyor, yaşıyor da… Onun hayat hikâyesine baktığınızda ifade ettiği bu korkuyu en acımasız biçimde deneyimlediğini rahatlıkla görebilirsiniz. Sürekli babasının aşağılamalarına, hakaretlerine maruz kalan Kafka, sessiz, içine kapanık ve pısırık biri haline gelmesinin başlıca sebebi olarak babasını görüyor. “Dönüşüm” adlı eserinde yarattığı kahraman “Gregor Samsa” ve orada çizdiği baba portresi, kahramanının kendini güçsüz ve kimsesiz hissetmesi için yeterli bir nedendi…
Dostoyevski ise alkolik, acımasız ve cimri bir babanın evladı olarak dünyaya gelişinin bedelini, hayatı boyunca ödemeye mahkûm edilmişti. Yaşamını şekillendiren dramatik unsurlar, çocukluk dönemindeki yaralarının ilmek ilmek örülmüş haliydi. Bunun en önemli mimarı da babasıydı. Freud, Dostoyevski’nin baba korkusu ve nefretini kurguya yedirerek okura sunduğu “Karamazov Kardeşler” adlı eserinde gerçekleşen baba cinayetini özel olarak incelemiş, bunun Dostoyevski açısından sıradan bir vaka olmadığını psikolojik yönden açıklamıştı.
Bu iki örnekten yola çıkıldığında, baba figürüne yer veren sanatçıların, eserlerinde onlara hangi pencereden baktıklarını ifade etme şekilleri, bu yazarların gerçek yaşamlarında babalarıyla olan ilişkilerine dair ipuçları veriyor. Yazarların babalarıyla kurdukları ya da kuramadıkları yakınlık bir şekilde kurguya yön veriyor, kimi zaman da eserlerin ana teması haline geliyor. Bu bir genelleme olmasa da gerçek yaşamdaki baba figürü iyiyse romanda geçen kahraman iyi, tam tersiyse kötü bir kahraman olabiliyor…
Gelelim Yaşar Kemal’e…
Babası Sadık Yaşar, geç denilebilecek bir yaşta çocuk sahibi olduğu için oğlunun üstüne titriyor, onun için kurbanlar kestiriyordu. Hatta bir keresinde at arabasından düşüp yaralanan Kemal için bir akrabasına kurban kestirirken, adamın elinden kayan bıçak, oğlunun gözünü kör etmişti. Yaşanan bu felaket, Kemal için ardı ardına gelecek felaketlerin habercisiydi adeta… Dört buçuk yaşına geldiğinde camide namaz kılan babası, iyilik yaparak besleyip büyüttüğü evlatlığı Yusuf tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Bu kötü hatıranın kendi üzerinde yarattığı tahribatı şu şekilde anlatıyordu usta yazar: "Ben babamın camide, o, namaz kılarken yanındaydım, hançerlendiği akşamdan sonra, sabaha kadar yüreğim yanıyor, diye ağladım. Ardından da kekeme oldum ve on iki yaşıma kadar zor konuştum. Yalnız türkü söylerken kekemeliğim geçiyordu. Hiç kekelemiyordum. Kitap okurken de, okur yazar olduktan sonra, hiç kekelemedim. On iki yaşımdan sonra kekemeliğim geçti.”
Fakat bunun da ötesinde, bir cinayete kurban giden babasına sitem ediyor ve şöyle diyordu Yaşar Kemal: “Herkesin babası yaşarken benim babam neden öldürülmüştü, bunu bir türlü anlayamıyordum. Öldüğünden dolayı ona derinden kırıldım, küstüm!” Yaşadığı “baba kaybı” onun da hayatını şekillendirmiş, psikolojisini alt üst etmişti.
“Kimsecik” adlı üçlemesinde babasının öldürülmesini otobiyografik bir anlatımla okura sunarken, Yağmurcuk Kuşu, Kale Kapısı ve Kanın Sesi adlı eserleri, üç kitabı içeren, korkunun yıkıcı gücünün anlatıldığı dev bir yapıt olma özelliği taşıyor. Serinin ilk kitabı “Yağmurcuk Kuşu” bir cinayetin yaydığı korkuyu anlatırken, eserde katil olarak adı geçen Salman, Yaşar Kemal’in babasını öldüren üvey oğul Yusuf’tan başkası değildir. Üçlemenin ikinci kitabı olan, Kale Kapısı’nda ise ilk kitapta babasını öldüren katilden korkan bir çocuk ( bu çocuk Yaşar Kemal’dir) anlatılıyor. Yaşar Kemal 1986 yılında bu kitapla Orhan Kemal Roman Ödülü’nü alırken, Kanın Sesi’ adlı son eseriyle üçlemeyi tamamlıyor. Bu romanında da ilk iki eserinde yaşananların üzerine giderek, hissedilen korkuyu yenmeyi amaçlıyor…
Yeniden hayat hikâyesine dönecek olursak; annesi Nigar Hanım Sadık Bey öldükten sonra onun erkek kardeşiyle evlenir. Fakat bu evliliğe tek bir şartla razı olur: Müstakbel eşi, ölen kocası Sadık Yaşar’ın intikamını alacaktır. Bunun üzerine Yaşar Kemal’in amcası Tahir Bey, ağabeyinden kalan serveti onun katili olan Yusuf’un öldürülmesi yolunda harcayıp tüketir. Bir süre sonra da köyün en fakirleri arasına girerler.
Okuma yazmayı söken küçük Kemal, halk şairleri gibi şiir okumaya başlayınca, bu yöndeki ünü civar köylere kadar ulaşır. Toroslar’da yaşayan ve iki gözü görmeyen Âşık Ali’nin, “Sen bu yaşta bu kadarsan sonunda Karacaoğlan gibi olacaksın,” demesi üzerine, türküler söyleyip ağıtlar yakma konusunda kendini daha da geliştirir. Babasının koruyucusu olan ‘Zalanın Oğlu’ adlı eşkıyanın öldürülmesi üzerine yaktığı ağıt, bu yolda ilerlemesinin başlangıç noktası olur. Sınıf arkadaşı Âşık Mecit’ten saz çalmayı öğrenir. Ardından onu da kaybedince, babasının ölümünden sonra hayatının ikinci büyük acısını yaşar.
Bütün bunlar olup biterken, tahsilini sürdürmek için hayatla kıyasıya bir mücadele içine girer. İlkokulu bitirdikten sonra yaz boyunca çırçır fabrikasında çalışarak, ortaokul için gerekli parayı biriktirir. Bundan sonra da her yaz çeşitli işlerde çalışarak, eğitim hayatını sürdüreceği maddi birikimin peşine düşer. Çalıştığı yerlere bakarsanız eğer, romanlarında rastladığınız demirci, marangoz imgelerinin o döneme ait deneyimleri içerdiğini rahatlıkla görebilirsiniz. Bunca olumsuzluğun yanında güzel şeyler de olur. On altı yaşındayken yazmış olduğu bir şiir Seyhan, Adana Halkevi Dergisi’nde yayımlanır. Bunun yanında Çukurova’nın köylerini dolaşarak Köroğlu Destan’ını anlatıp folklor ürünleri derlemeye devam eder. Ortaokulda Türk Maarif Cemiyeti’nin yatılı öğrencisiyken, son sınıfta hem hastalığı hem de edebiyata fazla vakit ayırması nedeniyle yatılı öğrenci olma hakkını kaybeder. Hal böyle olunca okuldan ayrılarak inşaat kontrol memurluğu, ırgat kâtipliği, arzuhalcilik, pamuk tarlalarında amelelik, pirinç tarlalarında su bekçiliği, çiftliklerde kâtiplik, Kadirli’nin Bahçe Köyü’nde öğretmen vekilliği gibi değişik alanlarda çalışır.
1950 yılında Çukurova Komünist Partisi’nin kurucuları arasında olduğu için tutuklanarak hapse atılır. Yaşar Kemal bu süreci şöyle aktarır: “1950 yılı nisanında hapse girdim. Adana’da Kadirlili olan bir çocuk komünist propagandası yaparken yakalanmış. Ben o zamanlar Kadirli’deydim. Arzuhalcilik yapıyordum. Küçük bir tahta kulübeydi dükkânım. Çocuğu çok dövmüşler. O da bildiği adların hepsiyle bir olmuş Çukurova’da Komünist Partisi kurmuş. Ben de o kurucular arasındaydım. Bir sabah candarmalar geldiler. Şangır şungur, ellerinde kelepçeler, birini bana taktılar; savcıya, sorgu yargıcına götürdüler, oradan da doğru hapishaneye. Kadirli Hapishanesi’nde on beş gün kaldım.”
Kadirli’de evinin jandarma tarafından aranıp, Anadolu’yu dolaşarak elde ettiği derlemelere el konulmasından sonra Kemal Sadık olan adını Yaşar Kemal olarak değiştirerek, bir süreliğine de olsa kendini güvene alır. Cezaevinden çıktıktan sonra İstanbul’a gelip Bebek hikâyesini Nadir Nadi’ye gönderir. Hikâyeyi beğenen Nadir Nadi, Yaşar Kemal’i röportaj yazarı olarak işe alır. Bir yandan röportajlar hazırlarken diğer yandan da edebiyat alanında okumalar yapar. Abidin Dino aracılığıyla okuduğu Don Kişot’tan etkilenir ve bu vesileyle Batı edebiyatıyla da tanışmış olur. En çok etkilendiği yerli ve yabancı yazarların başında: Homeros, Moliere, Faulkner, Balzac, Tolstoy, Çehov, Stendhal, Dostoyevski, Nazım Hikmet, Karacaoğlan, Orhan Veli, Dadaloğlu ve Sait Faik, geliyordu.
1952 yılına geldiğinde edebiyat alanındaki emeklerinin karşılığı olarak Sarı Sıcak adlı eserini yayınlatır. Eşi Thilda romanlarını hem tercüme eder hem de onun Avrupa’da daha fazla tanınmasını sağlayacak adımları atmasını sağlar. 1955 yılında ise kendisine büyük ün kazandıran İnce Memed yayınlanır. Bu eserle Varlık Dergisi’nin Roman Armağanı’nı kazanır.
Yaşar Kemal doğayı, insanı ve toplumu öyle güzel anlatır ki onun eserlerinde tüm bu kavramları en saf haliyle görebilirsiniz. Tercüme edilen dillerde karşılığı olmayan birçok bitkinin varlığından ilk kez haberdar olurken şaşırıp kalabilirsiniz de… Sadece Çukurova’da değil Anadolu’nun farklı bölgelerindeki folklorik ezgilerin etkisinde kalarak şarkılar söyler, bambaşka bir dansın ritmine bırakırsınız kendinizi. Çünkü onun romanları -kendi deyimiyle- Anadolu türkülerine benzer. Bu türkülerde başkaldırı, halk edebiyatı ve folklor vardır. Onun eserlerinde anlatılan Çukurova öyle bir mekândır ki, burada yetişen bitkiler dile gelir, anlatılan halk hikâyeleri okuyanı derinden sarsar ve efsaneleri kulaktan kulağa yayılır… Hatçe, Abdi Ağa gibi karakterler hayatınızın bir parçası haline gelir. Abdi Ağa’nın zulmünden kaçan İnce Memed’in isyanına şahit olmakla yetinmeyip ona hayran kalırsınız… Daha ne olsun…
Türk edebiyatına çok değerli eserler kazandıran usta yazar 4 Ocak 2015’te solunum yetmezliği şikâyetiyle İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırılır. Çoklu organ yetmezliği nedeniyle yoğun bakıma alınır. Tedaviye alındıktan bir buçuk ay sonra 28 Şubat 2015 tarihinde de hayata gözlerini yumar ama ölmez… Çünkü o, eserleri aracılığıyla ölümsüzlüğün şifrelerini çoktan çözmüştür…
Eserleri:
Röportajları: Yanan Ormanlarda Elli Gün (1955) / Çukurova Yana Yana (1955) / Peri Bacaları (1957) / Allah’ın Askerleri, 1978 / Röportaj Yazarlığında 60 Yıl, 2011 / Çocuklar İnsandır, 2013
Hikâyeleri: Pis Hikaye / Bebek / Dükkancı / Memet ile Memet / Sarı Sıcak / Sarı Sıcak (yoksulluk, şiddet, dayanışma, yozlaşma, doğa tutkusu, cinsellik, insan-doğa çatışması)
Romanları: İnce Memed (1955, 1969, 1984, 1987): “On sekiz yaşımdan beri ‘mecbur’ insanlar beni çok ilgilendirdi!” diyen Yaşar Kemal, İnce Memed kahramanını da bu kategoride görüyordu. Eserde, Anadolu halkına zulmeden ağalık sistemi ve bu sisteme başkaldıran bir kahraman anlatılıyor. Tabii ki Çukurova’da… / Teneke (1955): İkinci romanı olan Teneke, idealist ve genç bir kaymakamın, sıtmaya neden olup halkın sağlığını bozan çeltikçi ağalara -kasaba halkı adına- karşı verdiği savaşı anlatır. İdealizm ve otorite arasında geçen mücadeleyi anlatan bir yapıttır… / Höyükteki Nar Ağacı (1982): Yazılışından çok zaman sonra yayımlanan bu roman 1940’lı yıllarda traktörün tarıma girmesiyle birlikte işsizlik nedeniyle ekonomik sıkıntı yaşayan mevsimlik işçileri anlatır / Orta direk / Dağın Öte Yüzü 1 (1960): Dağın Öte Yüzü üçlüsünün ilk kitabı Orta direk simgesel bir romandır. İnsanoğlunun aşması gereken engellerle dolu hayatını ve Çukurova’yı anlatır. Yer Demir Gök Bakır/Dağın Öte Yüzü 2 (1963): Üçlünün ikici kitabı Yer Demir Gök Bakır köylülerin kendi yarattıkları bir ermişle, onun gösterdiği yollardan ilerleyerek hayatta kalma serüvenini anlatıyor. Ölmez Otu/Dağın öte Yüzü 3 (1968): Dağın Öte Yüzü üçlüsünün üçüncü kitabı olan Ölmez Otu Fransa’da çevirisinin yayınlandığı yıl en iyi yabancı romanı ödülü alır / Demirciler Çarşısı Cinayeti (1974) / Yusufçuk Yusuf (1975) / Yılanı Öldürseler (1976) / Al Gözüm Seyreyle Salih (1976) / Kuşlar da Gitti (1978) / Deniz Küstü (1978) / Yağmurcuk Kuşu (1980) / Kale Kapısı (1985) / Kanın Sesi (1991) / Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (1997) / Karıncanın Su İçtiği (2002) / Tanyeri Horozları (2002) / Çıplak Deniz Çıplak Ada / Bir Ada Hikâyesi IV, 2012 / Tek Kanatlı Bir Kuş, 2013 / Üç Anadolu Efsanesi (1967) / Ağrı dağı Efsanesi (1970) / Binboğalar Efsanesi (1971) / Çakırcalı Efe (1912) / Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca (1977)
Yaşı: (Kendi anlatısıyla) “Ben Hemite köyünde 1923’te doğduğumu sanıyorum. Bana nüfus kâğıdım ilkokulu bitirdikten sonra verildi. Nüfus kâğıdımda 1926’da doğduğum yazılı. Yanlış olduğunu biliyorum. Sonradan uğraşarak doğum tarihimin 1923 olduğunu saptadım. Belki de tam olarak doğru değil ama ne yapayım, yaşımı doğru saptayacak elimde hiçbir belge yok. Bir de köylüler yayladan geldiklerinde doğmuşum. Bizim Çukurovalılar o zamanlar yayladan ekim sonlarında dönerlerdi bu kesin.”
Ailesi: Annesi Nigâr Hanım, babası Sadık Bey… Van’ın Muradiye ilçesine bağlı olan (Günseli kasabası) Ernis köyündendir. 1915 Van savaşlarını yaşamış olan Sadık Bey, Erciş yöresinin Luvan aşiretine mensuptur. 1915 yılında Rus ordusundan kaçan aile, ilk önce Diyarbakır’a, Urfa’ya ardından da İslahiye’ye gelir. Bir süre sonra Çukurova’ya yerleşmek üzere yola çıkarlar. Bu yolculuk esnasında yolda (İlerleyen yaşamlarında bu çocuk Yaşar Kemal ve ailesine çok derin acılar yaşatır) Yusuf adında yaralı bir çocuğu gören babası ona acıyarak himayesine alır. Kadirli’ye gelen aile, Hemite Türkmen köyüne yerleştirilir.
“Baba” figürünün sanatın birçok dalında öne çıktığını hepimiz biliyoruz. Edebiyat açısından bakıldığında da çok önemli bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ailenin en önemli yapı taşlarından biri olan baba, kimi zaman bir çatışmanın öznesi haline gelirken, kimi zaman da aşılması gereken bir güç odağına dönüşüyor. Genellikle baba-oğul arasındaki savaşın sebebi otorite ve iktidara dayalı bir durum olarak çıkıyor karşımıza. Baba, oğlunu soyunun bir uzantısı olarak kabul ederek kendi yaşamıyla bütünleştirirken, oğul da babasıyla girdiği bu rekabette kendi hayatının kontrolünü ele geçirmeye çalışıyor. Edebiyatta babayla oğul arasında geçen böylesi durumların yaşandığı örneklere rastlamak mümkün: Sophokles'in Kral Oidipus isimli eseri, Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler romanı, Turgenyev'in 'Babalar ve Oğullar' adlı yapıtı.
Fakat ‘Favorin hangisi?’ diye sorarsanız yukarıdaki eserler dışında aklıma ilk gelen Franz Kafka’nın “Babaya Mektup” adlı eseri, diyebilirim. Edebiyatta “baba korkusu” kavramını anlatan en etkili yapıtlardan biri olduğunu düşünüyorum. Çünkü Kafka burada “baba” korkusunu sadece anlatmıyor, yaşıyor da… Onun hayat hikâyesine baktığınızda ifade ettiği bu korkuyu en acımasız biçimde deneyimlediğini rahatlıkla görebilirsiniz. Sürekli babasının aşağılamalarına, hakaretlerine maruz kalan Kafka, sessiz, içine kapanık ve pısırık biri haline gelmesinin başlıca sebebi olarak babasını görüyor. “Dönüşüm” adlı eserinde yarattığı kahraman “Gregor Samsa” ve orada çizdiği baba portresi, kahramanının kendini güçsüz ve kimsesiz hissetmesi için yeterli bir nedendi…
Dostoyevski ise alkolik, acımasız ve cimri bir babanın evladı olarak dünyaya gelişinin bedelini, hayatı boyunca ödemeye mahkûm edilmişti. Yaşamını şekillendiren dramatik unsurlar, çocukluk dönemindeki yaralarının ilmek ilmek örülmüş haliydi. Bunun en önemli mimarı da babasıydı. Freud, Dostoyevski’nin baba korkusu ve nefretini kurguya yedirerek okura sunduğu “Karamazov Kardeşler” adlı eserinde gerçekleşen baba cinayetini özel olarak incelemiş, bunun Dostoyevski açısından sıradan bir vaka olmadığını psikolojik yönden açıklamıştı.
Bu iki örnekten yola çıkıldığında, baba figürüne yer veren sanatçıların, eserlerinde onlara hangi pencereden baktıklarını ifade etme şekilleri, bu yazarların gerçek yaşamlarında babalarıyla olan ilişkilerine dair ipuçları veriyor. Yazarların babalarıyla kurdukları ya da kuramadıkları yakınlık bir şekilde kurguya yön veriyor, kimi zaman da eserlerin ana teması haline geliyor. Bu bir genelleme olmasa da gerçek yaşamdaki baba figürü iyiyse romanda geçen kahraman iyi, tam tersiyse kötü bir kahraman olabiliyor…
Gelelim Yaşar Kemal’e…
Babası Sadık Yaşar, geç denilebilecek bir yaşta çocuk sahibi olduğu için oğlunun üstüne titriyor, onun için kurbanlar kestiriyordu. Hatta bir keresinde at arabasından düşüp yaralanan Kemal için bir akrabasına kurban kestirirken, adamın elinden kayan bıçak, oğlunun gözünü kör etmişti. Yaşanan bu felaket, Kemal için ardı ardına gelecek felaketlerin habercisiydi adeta… Dört buçuk yaşına geldiğinde camide namaz kılan babası, iyilik yaparak besleyip büyüttüğü evlatlığı Yusuf tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Bu kötü hatıranın kendi üzerinde yarattığı tahribatı şu şekilde anlatıyordu usta yazar: "Ben babamın camide, o, namaz kılarken yanındaydım, hançerlendiği akşamdan sonra, sabaha kadar yüreğim yanıyor, diye ağladım. Ardından da kekeme oldum ve on iki yaşıma kadar zor konuştum. Yalnız türkü söylerken kekemeliğim geçiyordu. Hiç kekelemiyordum. Kitap okurken de, okur yazar olduktan sonra, hiç kekelemedim. On iki yaşımdan sonra kekemeliğim geçti.”
Fakat bunun da ötesinde, bir cinayete kurban giden babasına sitem ediyor ve şöyle diyordu Yaşar Kemal: “Herkesin babası yaşarken benim babam neden öldürülmüştü, bunu bir türlü anlayamıyordum. Öldüğünden dolayı ona derinden kırıldım, küstüm!” Yaşadığı “baba kaybı” onun da hayatını şekillendirmiş, psikolojisini alt üst etmişti.
“Kimsecik” adlı üçlemesinde babasının öldürülmesini otobiyografik bir anlatımla okura sunarken, Yağmurcuk Kuşu, Kale Kapısı ve Kanın Sesi adlı eserleri, üç kitabı içeren, korkunun yıkıcı gücünün anlatıldığı dev bir yapıt olma özelliği taşıyor. Serinin ilk kitabı “Yağmurcuk Kuşu” bir cinayetin yaydığı korkuyu anlatırken, eserde katil olarak adı geçen Salman, Yaşar Kemal’in babasını öldüren üvey oğul Yusuf’tan başkası değildir. Üçlemenin ikinci kitabı olan, Kale Kapısı’nda ise ilk kitapta babasını öldüren katilden korkan bir çocuk ( bu çocuk Yaşar Kemal’dir) anlatılıyor. Yaşar Kemal 1986 yılında bu kitapla Orhan Kemal Roman Ödülü’nü alırken, Kanın Sesi’ adlı son eseriyle üçlemeyi tamamlıyor. Bu romanında da ilk iki eserinde yaşananların üzerine giderek, hissedilen korkuyu yenmeyi amaçlıyor…
Yeniden hayat hikâyesine dönecek olursak; annesi Nigar Hanım Sadık Bey öldükten sonra onun erkek kardeşiyle evlenir. Fakat bu evliliğe tek bir şartla razı olur: Müstakbel eşi, ölen kocası Sadık Yaşar’ın intikamını alacaktır. Bunun üzerine Yaşar Kemal’in amcası Tahir Bey, ağabeyinden kalan serveti onun katili olan Yusuf’un öldürülmesi yolunda harcayıp tüketir. Bir süre sonra da köyün en fakirleri arasına girerler.
Okuma yazmayı söken küçük Kemal, halk şairleri gibi şiir okumaya başlayınca, bu yöndeki ünü civar köylere kadar ulaşır. Toroslar’da yaşayan ve iki gözü görmeyen Âşık Ali’nin, “Sen bu yaşta bu kadarsan sonunda Karacaoğlan gibi olacaksın,” demesi üzerine, türküler söyleyip ağıtlar yakma konusunda kendini daha da geliştirir. Babasının koruyucusu olan ‘Zalanın Oğlu’ adlı eşkıyanın öldürülmesi üzerine yaktığı ağıt, bu yolda ilerlemesinin başlangıç noktası olur. Sınıf arkadaşı Âşık Mecit’ten saz çalmayı öğrenir. Ardından onu da kaybedince, babasının ölümünden sonra hayatının ikinci büyük acısını yaşar.
Bütün bunlar olup biterken, tahsilini sürdürmek için hayatla kıyasıya bir mücadele içine girer. İlkokulu bitirdikten sonra yaz boyunca çırçır fabrikasında çalışarak, ortaokul için gerekli parayı biriktirir. Bundan sonra da her yaz çeşitli işlerde çalışarak, eğitim hayatını sürdüreceği maddi birikimin peşine düşer. Çalıştığı yerlere bakarsanız eğer, romanlarında rastladığınız demirci, marangoz imgelerinin o döneme ait deneyimleri içerdiğini rahatlıkla görebilirsiniz. Bunca olumsuzluğun yanında güzel şeyler de olur. On altı yaşındayken yazmış olduğu bir şiir Seyhan, Adana Halkevi Dergisi’nde yayımlanır. Bunun yanında Çukurova’nın köylerini dolaşarak Köroğlu Destan’ını anlatıp folklor ürünleri derlemeye devam eder. Ortaokulda Türk Maarif Cemiyeti’nin yatılı öğrencisiyken, son sınıfta hem hastalığı hem de edebiyata fazla vakit ayırması nedeniyle yatılı öğrenci olma hakkını kaybeder. Hal böyle olunca okuldan ayrılarak inşaat kontrol memurluğu, ırgat kâtipliği, arzuhalcilik, pamuk tarlalarında amelelik, pirinç tarlalarında su bekçiliği, çiftliklerde kâtiplik, Kadirli’nin Bahçe Köyü’nde öğretmen vekilliği gibi değişik alanlarda çalışır.
1950 yılında Çukurova Komünist Partisi’nin kurucuları arasında olduğu için tutuklanarak hapse atılır. Yaşar Kemal bu süreci şöyle aktarır: “1950 yılı nisanında hapse girdim. Adana’da Kadirlili olan bir çocuk komünist propagandası yaparken yakalanmış. Ben o zamanlar Kadirli’deydim. Arzuhalcilik yapıyordum. Küçük bir tahta kulübeydi dükkânım. Çocuğu çok dövmüşler. O da bildiği adların hepsiyle bir olmuş Çukurova’da Komünist Partisi kurmuş. Ben de o kurucular arasındaydım. Bir sabah candarmalar geldiler. Şangır şungur, ellerinde kelepçeler, birini bana taktılar; savcıya, sorgu yargıcına götürdüler, oradan da doğru hapishaneye. Kadirli Hapishanesi’nde on beş gün kaldım.”
Kadirli’de evinin jandarma tarafından aranıp, Anadolu’yu dolaşarak elde ettiği derlemelere el konulmasından sonra Kemal Sadık olan adını Yaşar Kemal olarak değiştirerek, bir süreliğine de olsa kendini güvene alır. Cezaevinden çıktıktan sonra İstanbul’a gelip Bebek hikâyesini Nadir Nadi’ye gönderir. Hikâyeyi beğenen Nadir Nadi, Yaşar Kemal’i röportaj yazarı olarak işe alır. Bir yandan röportajlar hazırlarken diğer yandan da edebiyat alanında okumalar yapar. Abidin Dino aracılığıyla okuduğu Don Kişot’tan etkilenir ve bu vesileyle Batı edebiyatıyla da tanışmış olur. En çok etkilendiği yerli ve yabancı yazarların başında: Homeros, Moliere, Faulkner, Balzac, Tolstoy, Çehov, Stendhal, Dostoyevski, Nazım Hikmet, Karacaoğlan, Orhan Veli, Dadaloğlu ve Sait Faik, geliyordu.
1952 yılına geldiğinde edebiyat alanındaki emeklerinin karşılığı olarak Sarı Sıcak adlı eserini yayınlatır. Eşi Thilda romanlarını hem tercüme eder hem de onun Avrupa’da daha fazla tanınmasını sağlayacak adımları atmasını sağlar. 1955 yılında ise kendisine büyük ün kazandıran İnce Memed yayınlanır. Bu eserle Varlık Dergisi’nin Roman Armağanı’nı kazanır.
Yaşar Kemal doğayı, insanı ve toplumu öyle güzel anlatır ki onun eserlerinde tüm bu kavramları en saf haliyle görebilirsiniz. Tercüme edilen dillerde karşılığı olmayan birçok bitkinin varlığından ilk kez haberdar olurken şaşırıp kalabilirsiniz de… Sadece Çukurova’da değil Anadolu’nun farklı bölgelerindeki folklorik ezgilerin etkisinde kalarak şarkılar söyler, bambaşka bir dansın ritmine bırakırsınız kendinizi. Çünkü onun romanları -kendi deyimiyle- Anadolu türkülerine benzer. Bu türkülerde başkaldırı, halk edebiyatı ve folklor vardır. Onun eserlerinde anlatılan Çukurova öyle bir mekândır ki, burada yetişen bitkiler dile gelir, anlatılan halk hikâyeleri okuyanı derinden sarsar ve efsaneleri kulaktan kulağa yayılır… Hatçe, Abdi Ağa gibi karakterler hayatınızın bir parçası haline gelir. Abdi Ağa’nın zulmünden kaçan İnce Memed’in isyanına şahit olmakla yetinmeyip ona hayran kalırsınız… Daha ne olsun…
Türk edebiyatına çok değerli eserler kazandıran usta yazar 4 Ocak 2015’te solunum yetmezliği şikâyetiyle İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne kaldırılır. Çoklu organ yetmezliği nedeniyle yoğun bakıma alınır. Tedaviye alındıktan bir buçuk ay sonra 28 Şubat 2015 tarihinde de hayata gözlerini yumar ama ölmez… Çünkü o, eserleri aracılığıyla ölümsüzlüğün şifrelerini çoktan çözmüştür…
Eserleri:
Röportajları: Yanan Ormanlarda Elli Gün (1955) / Çukurova Yana Yana (1955) / Peri Bacaları (1957) / Allah’ın Askerleri, 1978 / Röportaj Yazarlığında 60 Yıl, 2011 / Çocuklar İnsandır, 2013
Hikâyeleri: Pis Hikaye / Bebek / Dükkancı / Memet ile Memet / Sarı Sıcak / Sarı Sıcak (yoksulluk, şiddet, dayanışma, yozlaşma, doğa tutkusu, cinsellik, insan-doğa çatışması)
Romanları: İnce Memed (1955, 1969, 1984, 1987): “On sekiz yaşımdan beri ‘mecbur’ insanlar beni çok ilgilendirdi!” diyen Yaşar Kemal, İnce Memed kahramanını da bu kategoride görüyordu. Eserde, Anadolu halkına zulmeden ağalık sistemi ve bu sisteme başkaldıran bir kahraman anlatılıyor. Tabii ki Çukurova’da… / Teneke (1955): İkinci romanı olan Teneke, idealist ve genç bir kaymakamın, sıtmaya neden olup halkın sağlığını bozan çeltikçi ağalara -kasaba halkı adına- karşı verdiği savaşı anlatır. İdealizm ve otorite arasında geçen mücadeleyi anlatan bir yapıttır… / Höyükteki Nar Ağacı (1982): Yazılışından çok zaman sonra yayımlanan bu roman 1940’lı yıllarda traktörün tarıma girmesiyle birlikte işsizlik nedeniyle ekonomik sıkıntı yaşayan mevsimlik işçileri anlatır / Orta direk / Dağın Öte Yüzü 1 (1960): Dağın Öte Yüzü üçlüsünün ilk kitabı Orta direk simgesel bir romandır. İnsanoğlunun aşması gereken engellerle dolu hayatını ve Çukurova’yı anlatır. Yer Demir Gök Bakır/Dağın Öte Yüzü 2 (1963): Üçlünün ikici kitabı Yer Demir Gök Bakır köylülerin kendi yarattıkları bir ermişle, onun gösterdiği yollardan ilerleyerek hayatta kalma serüvenini anlatıyor. Ölmez Otu/Dağın öte Yüzü 3 (1968): Dağın Öte Yüzü üçlüsünün üçüncü kitabı olan Ölmez Otu Fransa’da çevirisinin yayınlandığı yıl en iyi yabancı romanı ödülü alır / Demirciler Çarşısı Cinayeti (1974) / Yusufçuk Yusuf (1975) / Yılanı Öldürseler (1976) / Al Gözüm Seyreyle Salih (1976) / Kuşlar da Gitti (1978) / Deniz Küstü (1978) / Yağmurcuk Kuşu (1980) / Kale Kapısı (1985) / Kanın Sesi (1991) / Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (1997) / Karıncanın Su İçtiği (2002) / Tanyeri Horozları (2002) / Çıplak Deniz Çıplak Ada / Bir Ada Hikâyesi IV, 2012 / Tek Kanatlı Bir Kuş, 2013 / Üç Anadolu Efsanesi (1967) / Ağrı dağı Efsanesi (1970) / Binboğalar Efsanesi (1971) / Çakırcalı Efe (1912) / Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca (1977)
Ödülleri: 1955 Gazeteciler Cemiyeti Başarı Armağanı (Dünyanın En Büyük Çiftliğinde Yedi Gün adlı röportaj dizisi) / 1956 Varlık Roman Armağanı (İnce Memed) /1966 İlhan İskender Armağanı (Teneke’den aynı adla uyarlanan oyunu ile) /1966 Uluslararası Nancy Tiyatro Festivali Birincilik Ödülü (“Teneke” oyunu ile) / 1974 Madaralı Roman Armağanı (Demirciler Çarşısı Cinayeti) / 1977 Fransa Eleştirmenler Sendikası En İyi Yabancı Roman Ödülü (Yer Demir Gök Bakır ) /1978 Fransa’da En İyi Yabancı Kitap Ödülü (Ölmez Otu) /1979 Fransa “Büyük Jüri” En İyi Kitap Ödülü (Binboğalar Efsanesi) /1982 Uluslararası Cino Del Duca Ödülü /1984 Fransız Legion d’Honneur Ödülü Commandeur payesi /1984 TÜYAP Kitap Fuarı Halk Ödülü /1985 Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü /1986 Orhan Kemal Roman Ödülü (Kale Kapısı)/1988 TÜYAP Kitap Fuarı Halk Ödülü /1988 Fransa Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres Nişanı /1991 Fransa Strasbourg Üniversitesi Onur Doktorası/ 1992 11. TÜYAP Kitap Fuarı Onur Yazarı /1992 Antalya Akdeniz Üniversitesi Onur Doktorası /1993 Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü /1994 Mülkiyeliler Birliği Rüştü Koray Armağanı /1995 Morgenavissen Jylaand-Pösten Ödülü (Danimarka) / 1996 Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce Özgürlüğü Ödülü / 1996 Kanın Sesi ile Akdeniz Yabancı Kitap Ödülü (Perpignan, Fransa) /1996 VIII Katalunya Uluslararası Ödülü (Barcelona, İspanya) /1996 Lillian Hellman/Dashiell Hammett Baskıya Karşı Cesaret Ödülü, İnsan Hakları İhlallerini İzleme Örgütü, New York /1997 Toplu eserleri için Premio Internazionale Nonino Ödülü, İtalya /1997 Kenne Vakfı Düşünce ve Söz Özgürlüğü Ödülü (Uppsala, İsveç) /1997 Norveç Yazarlar Birliği ödülü, Wole Soyinka ile ortak /1997 Frankfurt Kitap Fuarı Alman Yayıncalar Birliği Ödülü /1998 Frei Üniversitesi Berlin Fahri Doktora /1998 Bordeaux Yayıncılar Birliği Yabancı Edebiyat Ödülü /2002 Bilkent Üniversitesi Fahri Doktora /2003 Z. Homerus Şiir Ödülü /2003 Savanos Ödülü (Selanik) /2003 Türkiye Yayıncılar Birliği Yayıncılık Emek Ödülü. /2008 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük ödülü/2009 Çukurova Üniversitesi, Fahri Doktora /2011 Légion d’honneur / 2013 Krikor Naregatsi Nişanı