Ben Size Yazarım - Selin Bak


                           

DARK İSTANBUL

Ahh İstanbul... İstanbul’u sevmeyen yoktur. Napolyon’ un söylediği rivayet edilen söz de sanki bunu doğrular gibi; “Eğer dünya tek bir devlet olsaydı, İstanbul başkenti olurdu.” İstanbul olur da macera, gizem, cinayetler olmaz mı? İşte ‘Dark’ kısmı burada devreye giriyor. Hatta sadece İstanbul sokaklarında işlenen cinayetleri aydınlatan bir şube bile kuruldu. ‘Dark İstanbul Polisiye Yazarları Amirliği’ her soruşturmalarında sizi de sürece dahil ediyorlar. Ben baya bir soruşturmaya dahil oldum. Yerleşin bir hele, anlatıyorum.


DARK POLİSİYE 1. KİTAP

İlk katıldığım görev öldürülen minik Murat’ ın soruşturmasıydı. Vicdansız, boğazını sıkarak öldürmüştü o minik bedeni. Yakalamak için elimizden geleni yaptık. Dolapdere’ den gelen bir ihbar bizi tuhaf sokak isimlerinin olduğu bir mahalleye götürdü. Yanımda öyle usta isimler vardı ki bir an olsun korkmadım. Bu tuhaf isimli sokaklarda işlenen cinayeti aydınlattık. Bu esnada bir diğer ekip de Kadıköy ve Göztepe arasında kendine kurbanlar arayan bir manyağı enselemeye çalışıyordu. Eh yoruluyor da insan, bir kahve molası verelim dedik. Yanıma oldukça karizmatik bir adam geldi. Ama nedense bu adamı gözüm hiç tutmadı. Hızlıca kahvemi içip bir başka ekiple arka sokaklara daldım. Nefes nefese geçen bir koşuşturma yaşadım. Bu esnada elbette gelmeyen adaleti kendi yöntemleriyle tecelli ettirmeye çalışanlar da olmadı değil ama amirliğin gözünden hiçbir şey kaçmıyor. Eski bir evin önünden geçerken yaşlı bir kadın gördük pencerede. Kadına baktığımızı gören bir başka kadın, hemen uzaklaşmamızı, bu kadının deli olduğunu söyledi. Ne yalan söyleyeyim, ben de kadından çok tırstım. Ekipten birinin doğum günü varmış, eh hadi katılalım madem dedik. Aman ne partiydi anlatamam size. Hiç mi bir şey yolunda gitmez kardeşim. Adeta talihsizlikler silsilesi yaşadık. Ama itiraf ediyorum, feci eğlendim. Partiden erken ayrılmak zorunda kalınca ekipten biri berbere uğramak istedi. ‘Olsun, beklerim’ dedim, berberi bulana kadar canımız çıktı. O da tutturdu ‘illa o berbere gideceğim’ diye, berberi bulduk ama belayı da bulmuştuk. Hemen onu orada bırakıp kaçtım. Ekipteki güzel bir kadın beni İstanbul’ un daha önce hiç görmediğim dehlizlerine götürdü. Orada bir kadın bana şeker ikram etti. Pembe yumuşak şeker seviyorsanız hemen konumunu verebilirim. Ağzınız tatlanır iyi gelir. Artık Covid belasından kurtulduk felan diye konuşurken ekip amirlerinden biri beni Küçük İstanbul’ la tanıştırdı. Her zaman böyle kötü ihtimallerle karşılaşabileceğimizi ve her şeye hazırlıklı olmamız gerektiğini gösterdi. Kitap okumayı çok sevdiğimi bilen amirlik yazarları, yakında bir üniversite hocasının bir kitabının çıkacağını, benim ilgimi çekebileceğini söylediler. Hocanın adını not aldım, tükenmeden almalıyım. Ekip sadece cinayet peşinde koşuyor sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Sokak hayvanlarına karşı da çok duyarlı olan bu ekiple beraber sokak hayvanları için bolca mama hazırladık ama severler mi bu mamaları? Bakın işte bundan çok emin değilim. Mamalar hazır olduğunda dağıtmak üzere sokaklara dağıldık. Yolum beni ilk defa göreceğim bir ‘İğdiş Merkezi’ ne götürdü. Şimdi diyorsunuz ki; ‘Ne işi var İğdiş Merkezi’ nin İstanbul’da!’ değil mi? Bilmediğiniz çok şey var. Hepsini burada anlatmam hem zor hem de tüm sırları ifşa etmek istemiyorum. Siz iyisi mi Dark İstanbul Polisiye Yazarları Amirliği’ ni takip edin.

DARK POLİSİYE 2. KİTAP

Ekip benden oldukça memnun kalmıştı. Bunu, beni tekrar göreve çağırmalarından anlamam hiç de zor olmadı. “Bu şehrin ip uçlarını takip eden biziz” diyen ekiple birbirinden zorlu görevler beni bekliyordu.

 

Amirlerden birinin arabasına atladık. Radyoda Nilüfer şarkıları dinleyerek bilgisayar oyunu şampiyonu olan kayıp bir kızı aradık. Olayı çözünce kendimizi ödüllendirmek için Moda’ da rakıları devirdik. Yanımıza gelen ekip amirlerinden biri bize mübadele yılları hatıralarını anlattı. İç burkan bu hikâyeyi dinledikten sonra ekipten biri bizi bir gecekondu mahallesine çağırdı. Aslında ölmesi çok yerinde olmuş bir adamın katilini aramak zorunda kaldık. İşte polis olunca maalesef dürtülerine göre hareket edememek bazen can sıkıcı olabiliyor. Karnımız acıktı tabii bu kadar koşturmaca arasında. Ekipten biri Yeldeğirmeni’ ne gidelim dedi. Ben de çok severim. Yemek yerken sarman, meraklı bir kedi yanıma geldi. Mır mır bir şeyler anlatmaya çalışıyor, çekiştiriyor beni. Dedik var bu kedinin görmemizi istediği bir şey. Takıldık kedinin peşine. Gerçekten bilmemizi istediği şeyler varmış. Gün hızla geçiyordu ama olayların ardı arkası kesilmiyordu. Bir diğer ihbar Kandilli’ deydi. Olay mahalline vardığımızda akşam yemeğinde yaş bakla olduğunu görünce neden burada birinin öldüğünü anladım; yaş bakla sevmem, başkaları da sevmiyormuş belli ki. Olay yerinden ayrılırken bir sis bastırdı akıllara zarar, önümüzü göremiyoruz. Ama gazeteciler için bu bir engel değil. Acar bir polis muhabiriyle tanıştım ama maalesef arkadaşlığımız çok uzun sürmedi. ‘Bu siste sahil çok güzel görünür, haydi Kalamış’ a gidelim’ dediler. Tamam, yoruyorlar insanı görev peşinde koştururken ama iyi de gezdiriyorlar, haklarını yemeyeyim. Kalamış Marina’ ya gittik, gitmez olaydık. Bizi ekipçe orada görenler yanımıza koşarak geldi ve kesik bir el bulduklarını söylediler. Bu sefer biz olayın üzerine düşmüştük. Elbette bu olay da bizden kaçmadı. Ekip amirlerinden biri hapisten yeni çıkan ve kendini akıllı sanan bir hükümlünün peşine düşeceğini söyledi. Yardım teklifini elbette geri çevirmedim ama mezarlığa gideceğimizi bilseydim tekrar düşünürdüm. Mezarlık dönüşü bir fırının önünden geçerken yeni çıkmış simit kokusu beni benden aldı. Hemen kendimize simit aldık ve simitlerimizi yerken bir avuç kötü insanın iyiliği yenip yenemeyeceğine dair sohbet ettik. Amirlik arı gibi çalışıyordu. Bir ihbarın peşine, bir sanat galerisine gittik. Bir başka ekiple karşılaştık. Meğer bu dedektif çift yeni evliymiş. Bu kadar cilveleşmenin arasında olayı nasıl da çözdüklerini hiç anlamadım ama ben onları öldürmemek için oradan hızla uzaklaştım. Tam gün bitti oh diyecekken çok erken konuştuğumu anladım. ‘Hep roman okuyorsun biraz da şiir oku’ diyen ekip üyelerinden biri beni bir şairle tanıştırdı ama adam benimle tanıştığına memnun oldu mu bilemem çünkü oldukça ölüydü. Ekiptekiler de pek normal değil belli ki... Amirlerden biri beni Deniz adında bir kadınla tanıştırdı, yoksa bey mi demeliyim? Kendisinde bir tuhaflık var ve açıkçası bu beni ürküttü. Büroya dönünce havada tuhaf bir koku aldım. İçeriye koşarak gelen ekip üyelerinden biri bunun cıva buharı olduğunu söyledi. Bizi oradan çıkarırken çok tehlikeli olduğunu anlattığı bir örnekle aklıma kazıdı. Binanın önünde büronun havalanmasını beklerken ekip amirlerinden biri bize anlattığı anısıyla tarikatlar ve vakıflardan neden nefret ettiğimi bana tekrar hatırlattı.

DARK POLİSİYE 3. KİTAP

Her şey bitti zannettiniz değil mi? İstanbul’ da ne suç biter, ne cinayet. Bunun sonu gelecek gibi değildi. Ekibe yeni ekip üyeleri de katıldı. Çünkü artan suçlarla mücadele etmek için daha kalabalık olmak gerekliydi. Önceki iki macerada oldukça iyi iş çıkartınca beni de yardıma çağırdılar. Elbette bu fırsat kaçmazdı. Hem hayranı olduğum ekip üyeleriyle beraber olmak hem de okumayı çok sevdiğim soruşturmaların içinde olmak beni çok heyecanlandırıyordu. Ama bu sefer beni çağırma sebepleri farklıydı. Yaşadıklarının yazıya dökülmesini istiyorlardı. Ben de bunu yapacaktım.

 

Sabah olduğunda heyecanla amirliğe gittim. Girişteki masada oturan kadın bana ‘Hemşiresin, bilirsin. Parmak nasıl kesilir?’ diye sordu. İşkillendim ama cevap verip hızlıca bir diğer ekip üyesinin yanına gittim. Yanında bir savcı vardı. Savcının adaleti sağlama çabasını dinledim. Ekip amirlerinden biri yanıma geldi. Onun yanında da buruşuk pardösülü bir adam vardı. Bu adam bana peynir ekmek ikram etti. Tam peyniri nereden aldığını soracaktım ki bir medyumla buluşması gerektiğini söyleyerek çıkıp gitti. Önümde birden bana ait olmayan bir gölge fark ettim. İlkin biraz korktum ne yalan söyleyeyim. Bu gölgenin de sakladığı bazı sırlar vardı. Ama bana hepsini anlattı. Amirlerden biri yanlışlıkla gölgeye basınca gölge kayboldu. Tam kızacaktım bastığın yere dikkat et diye ama elindeki gazeteye dalmış olduğunu görünce bilerek yapmadığını anladım. Bir basketbol haberinin neyini bu kadar dikkatle okuyor başta anlamamıştım ama anlattı. Yanımdan ayrılırken ‘kimseye güven olmaz’ dedi ve uzaklaştı. Onun ardından bakarken kapıdan giren ekip üyelerinden biri dikkatimi çekti. Üstü başı kir toz içindeydi. Meğer tarihi bir konaktaki sırları aydınlatırken zemin çökmüş. Neyse ki ona bir şey olmamış. Anlattıklarını ağzım açık dinledim. O üzerini temizlemeye giderken bir başka ekip üyesi elinde bazı el yazmalarıyla geldi yanıma. Bir dergaha uğradığını ve orayı biraz karıştırdığından bahsetti. Tam detaya girecekti bir başkası girdi araya ve bana elma uzattı. Elmayı aldım ama yıkamadan yemek istemedim çünkü tuhaf bir kokusu vardı. Daha önce de sizi uyarmıştım, hep tetikte olmanız gerekli. Başınıza nerede ne geleceğini asla bilemezsiniz. İleride bir masada oturan biri Da Vinci’ nin Vitruvius Adamı çizimine bakıyordu. Geldiğimi görünce ‘Bu burada kalmaz Selin, ne yapıp edip bu katili yakalayacağım!’ dedi. Eminim yakalayacağına çünkü kendisiyle beraber defalarca olay çözdük, güvenim tam. Onu masasında bırakıp arkamı dönmüştüm ki amirlerden birisi bana Şinasi adında birini tanıyıp tanımadığımı sordu. Hayır tanımıyordum. ‘Gel ben sana anlatayım’ dedi ve bu sünepe, korkak Şinasi’ nin nasıl karakolluk olduğunu anlattı. İçeri giren ıslak bir ekip üyesini görünce herkes biraz güldü. Meğer ‘hamla’ larını öldürmüşler. Hamla olup olamayacağımı sordu. Olmaz dedim, baksanıza onları hiç acımadan öldürüyorlar. Arkamızdan iki kadın çığlığı geldi bir anda. Hepimiz arkamızı döndük. Ekipten birinin yanında bir adam vardı ve bu adamın başı bu iki kadınla beladaydı. Hiç karışmadım, beni ilgilendirmez bu işler. Büyükada’ dan dönen ekip üyelerinden biri ise bana oradaki bir köşkten bahsetti. Gidersem eğer Mualla denen o kadından uzak durmamı tembihledi. Kulağıma küpe yaptım. En uç masada gözlüklerinin ardından bana bakıp gülümseyen biri daha vardı. Öyle karmaşık bir cinayeti çözmüştü ki, gururdan gözleri ışıldıyordu.

 

İstanbul yaşadığı müddetçe bu ekibin de işinin hiç bitmeyeceğine eminim. Gittikçe büyüyen bu hırslı, çalışkan ve dinamik ekiple İstanbul sokaklarını arşınlamak, katilleri bulmak, sırları ve gizemleri çözmek gerçekten çok keyifli. Bir sonraki daveti heyecanla bekliyorum. Kapım ne zaman çalacak, Harry Potter gibi ne zaman davet mektubu alacağım? Bence çok kısa zaman sonra.

BİZE BİR KATİL LAZIM - ATİLLA ATE ATHENRİO  

 Bunca macera yaşadıktan sonra sakin sakin evde oturacağımı zannettiyseniz feci yanıldınız. Söz konusu İstanbul ise eğer maceraların sonu gelmez.

Cinayetlerle ve sırlarla dolu geçirdiğim birkaç günün sonrasında hayatım normal akışına ulaşmıştı. Hatta öyle normalleşmişti ki sıkılmaya başlamıştım. Ilık bir akşam üstü Kadıköy’ de yürürken bir afiş gördüm. Bir tiyatro afişiydi ve ‘Tek Gösterim’ yazıyordu. Merakıma yenik düştüm, aldım biletimi girdim tiyatro salonuna. Kalabalıktı, herkes benim gibi merak etmişti oyunu.

Perde açılmadan önce sahneye yönetmen olduğunu öğrendiğim bir adam çıktı ve oyuncuları sahneye davet etti. Meğer oyuncular birbirlerini tanımıyorlarmış, beraber prova yapmamışlar, evlerinde repliklerini ezberleyip gelmişler. Ne izleyeceğime dair hiçbir fikrim yoktu. Salondan mırıltılar yükselmeye de başlamıştı. Oyuncular perde arkasına geçtiler, hazırlıklar tamamdı, oyun başlayabilirdi. Ama büyük bir şanssızlık oldu. Perdenin arkasındaki bir odada yönetmenin cansız bedeni bulundu. Sonra ortalık bir karıştı size kelimelerle anlatmama imkân yok. Sadece şu kadarını söyleyebilirim; tiyatro izleme niyetiyle geldiğim bu salonda müthiş bir soruşturma izledim. Çocuk istismarı ve çocuğa cinsel taciz, kadına şiddet, çıkarlar, para ya da statü uğruna herkesi hiçe saymak ve orantısız güç kullanmak gibi meseleler de gün yüzüne çıktı polis soruşturması esnasında. Salondan ayrılırken kendime, asla ön yargılarımla hareket etmeyeceğime yemin ettim.



 

Ben güçlü bir kadınım. Birçoğunuz bunun ne anlama geldiğini biliyorsunuz. Güçlü kadın olmak için durmadan akıp gitmemiz gerektiğini, bazen hiçbir şey kalmayana kadar kendimizden harcamamız gerektiğini düşünüyoruz. Ancak çoğumuz, rezervlerimiz tükendikten çok sonra bile bunu yapmaya devam ediyoruz çünkü kanıtlamamız gereken bir şey olduğunu düşünüyoruz. Çünkü gücümüzün zırhımızda değil karakterimizde, korkumuzda değil sevgimizde olduğunu görmüyoruz.
 
Zırh giyiyordum. Çatlaklar hiç görünmüyordu ama hep oradaydılar. Zırhımı ikinci bir deri gibi giydim. Her gün zırhımda çatlaklar, zayıflıklar veya kusurlar var mı diye inceledim. Onu parlak, sert ve aşılmaz tuttum çünkü yapmam gerektiğini düşündüğüm şey buydu. O zırhın beni “kadın” ın “zayıf” anlamına geldiğini düşünenlerden korumasına izin verdim. Çünkü kanıtlamam gereken bir şey olduğunu düşünüyordum. İnsanlığımdan korkuyordum. Ama şimdi gerçek beni özlediğimi fark ettim.
 
Zırh giymekten bıktım artık. Bazen güçlü olmaktan, hiçbir şeyin ve hiç kimsenin beni sarsamayacağı beklentisinden saklanmak istiyorum. Susmak beni ilgilendirmiyormuş gibi davranmaktan, yorgun değilmiş gibi davranmaktan, kadınlığımla ilgili her zaman dünyaya kanıtlayacak bir şeyim olmasından bıktım.
 
“Her şeyden önce güçlü ol.” 
Yıllardır kendime bunu söylüyorum. Neden ki? Gücün yükü hafif olmaktan uzaktır. Bazen o kadar ağır oluyor ki, en sevdiğim battaniyemin altına girip orada saklanıyorum. Dünyanın gözünden uzakta, kırılmaz kadını bir kenara koydum ve kendimi diğer kadın, kafası karışan, savunmasız olan kadın olmaya bıraktım. Her ikisinde de kadınım, baştan sona. Mücadele ruhuna ve bağımsızlığa sahip güçlü kadın. Ve alaycılardan korkmadan yıkılmayı göze alan savunmasız kişi.
 
Tanrı beni güçlü yarattı ama sınırlarımı da göstermekten asla geri kalmıyor. Çok mücadele ediyorum. Yüksek sesle konuşuyorum. Görünürde bir son olmasa bile yürüyorum. Ama gücüm bitmiyor. Ben yıkılmaz değilim. Neden hâlâ kanıtlamam gereken bir şey varmış gibi hissediyorum? Kırılırım korkusuyla eğilmek istemiyorum. Tereddüt ettiğimi görmelerine izin vermek istemiyorum.
   
“Kanıtlayacak hiçbir şeyim yok.”
Zırh giymeden önceki halimi özlüyorum. Yine güçlüydüm ama hâlâ insan olabiliyordum. Cesur olduğum ama hata yapma özgürlüğüm olduğu zamanlardı. Dişiliğimin teolojik bir tartışmaya yem olmadığı zamanlar, kadınlığımın doğal bir kusur olmadığı zamanlar, değerimin tartışılmaz bir gerçek olduğu zamanlar. Çünkü kanıtlayacak hiçbir şeyim yoktu.
 
“Kanıtlayacak hiçbir şeyim yok.”
Ben güçlüyüm. Ben! Ancak güç ve zayıflık her zaman birbirini iten şeyler değil. Bazen her ikisi de oluyoruz. Bazen öyle olmamız gerekiyor. Bu dünya zayıflığın üzerine atlamakta öyle hevesli ki… Birçoğumuz bu dünyanın güçlüler için yaratıldığına inanmaya başladık. Değildi… İnsanlık savunmasız bir grup ve bizler de takdir edersiniz ki melekler değiliz. 
 
“Kanıtlayacak hiçbir şeyim yok.”
Hayatımızı sonsuz güç yalanıyla geçirirsek, insanlığımızdan korkarak yaşarız. Ataerkilliğin bizi tek başımıza zırhın arkasına hapsetmesine izin verdik. Hayatımızı soğuk ve sert bir yüzeyin arkasında yaşıyoruz. Bu savaşı kazanmanın tek yolunun kusurlarımızı ve zayıf noktalarımızı gizlemek olduğunu kabul ediyoruz.
“Kanıtlayacak hiçbir şeyimiz yok.”
Birçoğumuz, eğer yeterince güçlüysek, yeterince cesursak, yeterince kırılmazsak, sonunda hak ettiğimizi düşündüğümüz mutluluğa kavuşacağımıza inanıyoruz. Ama mutlu olmamızı sağlayacak olan bizim gücümüz değil ki! Yani kadınlar, kesinlikle güçlü olun, ama lütfen benim yaptığım gibi kendi zayıflığınızdan bu kadar korkmayın.
 
“Kanıtlayacak hiçbir şeyin yok.”
Bütün kadınların itibarı bizim yorgun omuzlarımıza da yüklenmiyor. Zırhımızı çıkarıp kendi narin cildimizle de yine güçlü olabiliriz. Sınırlarımız olmasına rağmen yine harika liderler olabiliriz. Savunmasız olabiliriz ve hala sağlam durabiliriz. İnsan olabiliriz ve yine de cesur olabiliriz.
 
“Kanıtlayacak hiçbir şeyimiz yok.”
Bir andaki zayıflığınız sizin veya kadınların zayıf olduğu anlamına gelmez.
Kırılganlığınız sizin veya amacınızın başarısız olduğu anlamına gelmez; insan kalmayı başardığınız anlamına gelir, zırhınızı çıkarmanın önemini öğrendiğinizi. Kırılabilirliğiniz, bir lider olarak değerinizin veya yeteneğinizin bir yansıması değildir. Kendi zayıflığınızı fark edecek kadar akıllısınız. Savunmasız kalacak kadar cesursunuz. Kadınlardan değerlerini kanıtlamalarını asla istemeyen bir Tanrı'ya hesap veriyoruz. O halde bugünden itibaren zırhımızı çıkaralım. Cildimizle, gücümüzle ve zayıflığımızla, güzel insanlığımızla ve her zaman güçlü olduğumuza olan güvenimizle yaşayalım.
 
“Kanıtlayacak başka bir şeyimiz yok.

 


Sosyal medyada fotoğrafımı gören biri bana şey demişti; "Burnunuz eğri, alnınızda ve göz kapağınızda izler var. Gülünce de dudağınız eğriliyor." Onların bana ne ifade ettiğini, neleri hatırlattığını bilse eminim söylemezdi. Ne ifade ettiğini söylemeden önce, daha öncesini anlatayım ki anlayın.
 
Ben aslında çok şeyi içine atan, asla duygularını ifade etmeyen, ağlayacaksa bile yatağında yorganın altında ağlayan biriydim. Hatta bir dönem psikolojim öyle bozuktu ki… Hemşire olarak mezun olmuş ama iş sahibi olamamıştım. Ablalarım okuyor ve çalışıyor, annem çalışıyor, ben ise evde oturup her şeyi kafaya takıyordum. İşte o dönemlerde her sabah mide bulantılarıyla uyanmaya başlamıştım. Doktorlara gittim vs. Ama çözüm bulunamamıştı. Tedavimi annem bulmuştu. Bir sabah bana minik bir hap verdi. İçtim. Şak diye bulantım dindi. Meğer kafa hapıymış, sonradan öğrendim. Annem de kolay şeyler yaşamadı. Bizde hep bir kafa hapı bulunur.
 
2000 yılının temmuz ayında, dolmuşa binip evime dönerken korkunç bir trafik kazası geçirdim. Hayır, bir şey hatırlamıyorum. İnsanlar ‘bir ışık gördüm’ filan gibi şeyler söylüyorlar, bana öyle bir şey olmadı. İlk hatırladığım yolda asfaltın üzerinde olduğum. Etrafımı pek göremiyordum, sisli puslu, net olmayan bir görüşle elime baktım. Çok acıyordu. Meğer sol el yüzük parmağım kopmuş. Allah’tan deri tamamen kopmamış da ucunda sallanıyor parmak. O parmağı elimle sabitledim çünkü kopmak üzereydi, kaybolursa alimallah bulunmazdı. Yola baktım, bir şey göremedim. Ne araba ne insan… Kafam bir milyon haliyle, gördüysem de algılayamadım herhalde. Yoldan geçen bir aracın şoförü durup beni arabasına aldı. Öne oturttu. Bana ev telefonumu sordu, söyledim. Kafa halen yerinde demek, diye düşündüm. Adam üzerindeki tişörtü çıkarıp bana verdi. Kafama bastırttı. O zaman anladım neden net göremediğimi. Kafam patlamış resmen, her yerim kan. Adam ev numaramı ararken ben bilincimi kaybettim. Kendime geldiğimde hastanedeydim. Şansım burada da yüzünü gösterdi. Hastanenin o geceki nöbetçi doktorları; Beyin cerrahı, plastik cerrah ve ortopedist. Nasıl ama.
 
Kafa kırık, çene sakat, burun yamuk, parmak kopuk… Ameliyatlar, ameliyatlar… Biri çenemi düzeltiyor, biri burnumu dikiyor, biri kafamı toparlamaya çalışıyor. Ben kendimi akışa bıraktım, gidiyorum. Neticede ölmedim, yaşıyorum. Bir gün annemle beyin cerrahım odaya girdi. Kafamın pansumanını açacaklar ama annemin gözler kırmızı. Belli ağlamış. Meğer öncesinde doktor anneme kafamın çökük kalacağını ama yapılacak seri ameliyatlarla düzeltilebileceğini söylemiş. Pansuman açıldı. Annem yine ağladı ama sevinçten. Çünkü kafam çökmedi. Ben ayna istedim. E genç kızım, kafamın halini görmek istiyorum. Size o anki hislerimi kelimelerle anlatamam. Alnımdan başlayıp göz kapağımın üzerinden devam eden, sayamayacağım kadar dikişi görünce hüngür hüngür ağladım. Dedim "Tamam, mahvoldum ben!" Çok şükür korktuğum gibi olmadı ama çektiğim korkuyu asla unutmam.
 
Kopan parmağımı diken ortopedist pansumanı açmadan önce tutmayabileceğini ifade edince ikinci bir korku yaşadım. Parmağı gördüğümde ise midem bulandı, bayılmak üzereydim. Parmak yeşilimsi bir siyah ve gerçek boyutunun beş katı büyüklüğünde. Hemşireyim, az çok biliyorum, parmağın kanlanmadığını düşündüm. "Tamam, en azından kafam çökük kalmadı. Bu parmağım da olmayıversin" dedim. O parmak tuttu. Ama doktor asla bükemeyeceğimi söyledi sonra. Sürekli gol atıyorlar, ben de sürekli kurtarıyorum ama. Öyle bir çalıştırdım ki o parmağı, şu an diğerlerinden hiçbir farkı yok. Tek sıkıntı tırnak. İki parça halinde büyüyor. Oje sürerken sorun olabiliyor.
 
Alnımdaki, çenemdeki, parmağımdaki o izler bana hayatın bir anda elimden kayabileceğini daima hatırlatıyor. Sürekli plastik cerrahlarla çalışan biri olarak asla estetik ameliyat olmayı düşünmedim. O izlerin bana hatırlattıklarına ihtiyacım var.
 
Hayatta çok fazla şeyden şikâyet eden, asla memnun olmayan, mızmız, huysuz bir insan olan ben, o kazadan sonra asla hiçbir şeyi kafaya takmayan, umursamaz, daima gülecek bir şey bulan biri haline geldim. Elbette beni üzen şeyler oluyor hayatımda, olmaya da devam edecek. Ama yaşam öyle kıymetli ki… Ben rahatça nefes alabilmenin, rahatça hareket edebilmenin, yatakta yan yatabilmenin, hatta rahatça tuvalete gidebilmenin ne kadar büyük bir lütuf olduğunu çok acı bir yoldan öğrendim. 23 senedir ölü olabileceğimi düşündükçe hayata daha bir güçlü sarılıyorum.
 
Benden okuyan herkese tavsiye olsun bu; Asla bir başkasının sizi üzmesine izin vermeyin! Elbette insanlara saygım var, fikirlerini de önemserim ama asla kafaya takmam. Satmışım anasını. Hayat bir gün, o da bugün…

 


BEN KUTSAL KİTABIMI BULDUM A DOSTLAR!

Kendisi köşesinde diğer yazar arkadaşlar hakkında yazıyor şu aralar ama haberi yokken ben de onun hakkında birkaç kelam edeceğim buradan. Evet, Aşkın Zengin Akkuş’tan bahsediyorum; Dark İstanbul Yayınları’nın Genel Yayın Yönetmeni ve yazarı olan... Aşkın’a yağ çektiğim filan yok. Zaten ona sökmez efendim öyle işler. En yakın arkadaşı da olsanız torpilin ‘t’ si lügatinde yoktur. Denedik herhalde, olmuyor. Bırakın başkasına torpili kendisine bile yapmaz. Basılacak kitaplarda kendisini en sona alır mesela. Önceliği başka yazarlara verir. Ben olsam yaparım. Basımı bekleyecek kitabım ama ben başka yazarlara öncelik vereceğim; yani çok aklımın işi değil bu.


Aşkın Zengin Akkuş’un “Kutsal” serisi Kutsal Günah ile devam ediyor. Daha önce yazdığı Kutsal Cehalet’ten başka bir yazımda bahsetmiştim. Bir zahmet sitenin blog kısmından okursanız ben de yorulmamış olurum. Tekrara düşmeyelim. Ben size Kutsal Günah’tan bahsetmek istiyorum. Öncelikle Sami Dündar’ın tasarladığı kapaktan ve Aşkın Güngör’ün elinden çıkan sayfa düzeninden bahsetmeliyim. Çünkü BAYILDIM! Kitabı elime ilk aldığımda gerçekten bir kutsal kitaba dokunuyormuş gibi hissettim. İç sayfalardaki kenar süslemeleri de insana garip bir his veriyor. “Ulan ne okuyacağım acaba?” gibi bir cümle kurduğumu hatırlıyorum.


Kutsal Fahişeler ve Tapınak Fedaileri… Birbirlerinden ezelden beri nefret eden iki tarikat… Kutsal Fahişeler, tümü kadınlardan oluşan, cinselliği ibadet olarak gören bir tarikat. Erkeklerin yazdığı tarihte, kadının zerre değerinin olmadığı, adeta bir hiç olduğu ve kadının sadece zevk unsuru olarak görülmesi nedeniyle erkeklerden nefret ediyorlar. Onları sadece ibadetlerini gerçekleştirmek ve tanrıçalarını kutsamak için kullanıyorlar. Es kaza fahişelerden biri hamile kalırsa ki bu hiç istenmeyen bir şey, doğan bebek kız ise soylarının devamı için onlara kol kanat geriyorlar. (Bunun tek istisnası tarikat kurallarına uymayıp cezalandırılan annelerin kız çocukları hizmetçi olarak yetiştiriliyor) Erkek bebekse doğan, hemen anneden alınıp bilinmeyen bir yere gönderiliyor. Tapınak Fedaileri’de kadınlardan nefret eden, tanrılarının bir kayadan doğduğuna inanan ve tümü erkeklerden oluşan bir tarikat...

 

İşte bu cemiyetlerin mensubu iki kahraman; çaresizliğin ve yoksulluğun pençesindeyken Kutsal Fahişeler tarikatının pençesine düşen Dolunay, tuhaf inançlara sahip olan Tapınak Fedaileri’nin çocuk yurdunda büyüyen Solan… Kadın ve erkek arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen bu savaşı sonlandıran kahramanlar olacaklardır.

 

Kitabın konusu bu iki tarikat arasındaki güç savaşı, entrikalar olsa da satır aralarında yazar bize toplumsal mesajlar veriyor; kadına ve çocuğa cinsel istismar, kadına ve çocuğa şiddet, tarikatların çocukların beyinlerini nasıl yıkadığı gibi… Bunun yanında çok önemli bir mesaj daha var; Sevginin iyileştirici gücü. Ama bugünün günübirlik sevgilerden bahsetmiyorum. Sevgi cesaret ister. Korkaklığa tahammülü yoktur. O zaman gerçek sevgi olur işte! Savaşları bitirir, önyargıları yener. Kahramanlarımızdan biri korkak olsaydı ve hislerinin arkasında durmasaydı neler olabilirdi, düşünmek bile istemiyorum. Çok güçlü tarikatları bile dize getirebilecek bir sevginin, güç savaşlarının, entrikaların, mitolojik unsurlarla film gibi anlatıldığı, günümüz İstanbul’unda geçen, çok etkileyici bir kitap Kutsal Günah. Siz ne diyorsunuz?

 

Sevgi gerçekten tüm kötülükleri yener mi?



Aşk… İlk insan yaratıldığından beri sanırım Tanrı’yı en çok uğraştıran duygu bu. Aslında o da biliyordu olacakları, belki sadece bizimle eğlenmek istiyordu. Büyük bir olasılıkla da bizi deniyordu. Bunu öğrenmemize imkân yok ama sevgili Tanrı bence başına bela aldı.


Bu gördüğünüz Afet-i Devran Lilith. Hani şu kızıl saçlı olan. Mitolojiye göre Âdem’de Lilith’de topraktan yaratılmıştır. Bu yüzden Lilith, ikisinin de eşit olduğunu savunur. Âdem ile birlikte olmayı reddeden Lilith daha fazla dayanamaz ve cennette Tanrı’nın yasaklı ismini söyleyerek kaçmayı başarır. (Feminizm’in doğuşu ve atılan ilk trip) Âdem’in tüm ısrarlarına rağmen geri dönmeyi reddeder. Melekler Lilith’i bulur ancak Lilith, Kızıldeniz mağarasında saklanmaktadır ve şeytan ile birlikte olduğunu, yüzden fazla cin çocuğu olduğunu artık Âdem’e sadık kalamayacağını söyler. Bu sefer Tanrı üç tane melek görevlendirir. Tekrar Lilith’e gelen melekler eğer geri dönmezse her gün bir çocuğunu öldüreceklerini söylerler. Lilith, kararından dönmez ve melekler her gün bir çocuğunu öldürmeye başlar. Âdem ise Lilith olmadığı için çok kötü bir durumdadır. Bu yüzden rivayete göre Tanrı, Âdem’i uyutur ve Lilith’e benzeyen Havva’yı Âdem’in kaburga kemiğinden yaratır.
 
Bence ilk Aşk (her ne kadar ben buna tutku desem de), Âdem’in Lilith’e olan aşkıydı. Âdem Lilith’i öyle çok istiyordu ki Tanrı mecburen ona benzeyen Havva’yı yaratmak zorunda kaldı. O an insanları yarattığına pişman olmuştur ama insanoğluna bahşettiği üreme dürtüsü Tanrı’nın gücünü bile ezip geçti. Âdem Lilith’e bir daha kavuşamadığı için eminim asla unutamamıştır. Günümüzde bile erkeklerde böyle davranışlar görülürken ilk erkek olan Âdem sizce kafasını dağlara vurmamış mıdır? Yanındayken kıymetini bilmediği, ortak bir karara varamadığı Lilith’i gittikten sonra istemesi, klasik günümüz insan davranışı. Hep yanımızda kalacak zannederiz insanları, sonra bir bakmışsın, pufff… Geçmiş olsun.


Bu gördüğünüz gülerek resmedilmiş çift Kerem ile Aslı. Aşk deyince akla gelen birkaç isimden ikisi. Bakmayın güldüklerine, onlarınki hazin bir aşk hikâyesi aslında, tabii inanırsan.
 
Bir zamanlar yaşlı İsfahan Padişahı, mirasını bırakacak bir erkek evladı olmadığı için üzülmektedir. Padişahın "Keşiş" diye hitap ettikleri bir yardımcısı vardır. Keşiş padişah için bir elma ağacı diktirtir ve senesinde padişahın herkesi kıskandıracak derecede yakışıklı bir erkek evladı dünyaya gelir. Bu çocuğa yiğitliği ve mertliği dolayısı ile Kerem adı verilir. Keşişin de Aslı adında dünyalar güzeli bir kızı vardır. Bu iki genç çocukluklarını beraber geçirirler. Kerem'in Sofu adında bir arkadaşı vardır. Kerem bir gün Sofu'yla gezerken Aslı'yla karşılaşır. Kerem'in nutku tutulur ve bir daha konuşamaz. Bir süre sonra Aslı ortadan kaybolur. Kerem Aslı'yı bulmak için yollara düşer. Yolda karşısına çıkan herkese Aslı'yı sorar. Yolda karşılaştığı kızları Aslı'ya benzetir. Bir gün Sofu, Kerem'in yanına gelir. Kerem'e, Aslı'nın başkasıyla evleneceğini söyler. Kerem bunu duyar duymaz Aslı'nın evine gider. Aslı ile Kerem o gece evlenirler. Keşiş düğün sırasında Kerem'e büyü yapar, düğünden sonra Kerem ile Aslı yorgun bir şekilde evlerine dönerler. Kerem üstündeki mintanı çıkarmak için düğmeleri açar fakat düğmeler tekrar iliklenir. Daha sonra Kerem birkaç kez mintanı çıkarmayı denese de başaramaz. Artık daraldığı için yorgunluktan bir "ah" çeken Kerem ağzından yayılan ateşle yanmaya başlar. Aslı Kerem'i söndürmek için ona su verir fakat bu sefer ateş daha da güçlenir. Birkaç dakika içinde Kerem yanmaktan kül olur. Aslı da kahrından haykırırken saçları Kerem'in külüne değerek tutuşur ve o da yanarak can verir.
 
Yine kavuşulamayan bir aşk hikâyesi bu da. Her zaman söylüyorum da gülüyorlar bana; Aşk diye bir şey yoktur. Arzuladığın insana kavuşamadığın zaman hissettiğin o duyguyu aşk sanıyor olabilirsin ama büyük yanılgı. O his sadece yaradılışımızdan beri bizde kompakt halde tüm versiyonlarımızda bulunan üreme dürtüsü. Belki Kerem ile Aslı bir kere sevişseydi bugün isimlerini bile bilmiyor olacaktık. Yalansa yalan deyin.


Elbette Aşk deyince Ferhat ile Şirin’i anmasam olmaz. Yine kavuşamayan yani ten tene gelememiş, sevişememiş, bu nedenle de âşık olduklarını zanneden bir çiftimiz.
 
Ferhat, nakkaşlık yapan, Şirin’e sevdalı yiğit bir delikanlıdır. Saraylar süsler, fırçasından dökülen zarafetin Şirin’e olan duygularının ifadesi olduğu söylenir. Amasya Sultanı Mehmene Banu’ya, kız kardeşi Şirin için dünürcü gönderir Ferhat. Sultan, Şirin’i vermek istemediği için olmayacak bir iş ister delikanlıdan. “Şehre suyu getir, Şirin’i vereyim” der, demesine der de su, Şahinkayası denen uzak mı uzak bir yerdedir. Ferhat’ın gönlündeki Şirin aşkı bu zorluğu dinler mi? Alır külüngü eline, vurur kayaların böğrüne böğrüne. Kayalar yarılır, yol verir suya. Zaman geçtikçe açılan kayalardan gelen suyun sesi işitilir sanki şehirde. Mehmene Banu, bakar ki kız kardeşi elden gidecek, sinsice planlar kurarak bir cadı buldurur, yollar Ferhat’a. Su kanallarını takip edip, külüngün sesini dinleyerek Ferhat’a ulaşır. Ferhat’ın dağları delen külüngünün sesi cadıyı korkutur korkutmasına da, acı acı güler sonra da, “Ne vurursan kayalara böyle hırsla, Şirin’in öldü. Bak sana helvasını getirdim” der. Ferhat bu sözlerle beyninden vurulmuşa döner. “Şirin yoksa dünyada yaşamak bana haramdır” der. Elindeki külüngü fırlatır havaya, külüng gelir başının üzerine bütün ağırlığıyla oturur. Ferhat’ın başı döner, dünyası yıkılmıştır zaten, Şirin seslenişleri yankılanır kayalarda. Ferhat’ın öldüğünü duyan Şirin, koşar kayalıklara bakar ki Ferhat cansız yatıyor. Atar kendini kayalıklardan aşağıya. Cansız vücudu uzanır Ferhat’ın yanına.
 
Su gelmiştir, akar bütün coşkusuyla, ama iki seven genç yoktur artık bu dünyada. İkisini de gömerler yan yana. Her mevsim iki mezarda da birer gül bitermiş, sevenlerin anısına, ama iki mezar arasında bir de karaçalı çıkarmış, iki sevgiliyi, iki gülü ayırmak için.
 
 
Okuyunca pek bir romantik geliyor değil mi? Ama itiraf etmek gerekirse eskiden insanlar aşk zannettikleri üreme dürtüsü uğruna neler neler yapmış. Şimdi bu çabaları gösteren insan yok. Kadınlar da erkekler de geçmişte nelere katlanmışlar. Telefon bile yok düşünsenize! “Özledim, bir sesini duyayım, in de beş dakika göreyim” diyecek olsa bir ağaç kabuğuna bir şeyler yazıp göndermek zorunda. Hele ki arada mesafe varsa bekle artık haftalarca sevdiceğinden mektup gelecek diye. Şimdi atla uçağa otobüse, hop ordasın. Ama işte bu kolaylık bu hisleri ne çok basitleştirdi. Çabalamaya gerek kalmadı. Özledim, görüntülü ara. Sevişelim, hop hadi sevişelim. Kadınlar da erkekler de artık zerre çaba göstermiyor.
 
Ben aşka oldum olası inanmadım. Ne hissettiğimi bilmediğim zamanlar elbette oldu ama bunun aşk olduğunu zannetmiyorum. Belki insanın bazen aklı başından gidiyor, midesinde o meşhur kelebekler uçuşuyor filan… Ama bence bunun nedeni çoğu zaman işte bedensel olarak ten çekimi. Ben enerjiye inanıyorum ve biriyle bir enerji tutuyorsa sen buna aşk dersin ben ten uyumu. Ama aşk? Yok öyle bir şey. Peki sevgi? İşte buna gönülden inanıyorum.
 
Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı ve niceleri… Aslında birbirlerini gerçekten sevmiş ve kavuşmak uğruna neleri göze almışlar. Şimdi böyle sevgiler kaldı mı, gibi saçma bir cümle kurmayacağım. Elbette var, olmaz mı? İnsanlar sevdikleri uğruna neler yapıyor, ne savaşlar veriyorlar aklınız şaşar. Size daha uğramadıysa henüz o şanslı kişiyi tanımamışsınızdır sadece.
 
Bir kitapçıda ünlü ve medyatik bir psikoloğun (kendisi öyle olduğunu söylüyor, ben aksini iddia ediyorum) ilişkilerle ilgili bir kitabı gözüme çarpmıştı. ‘301. Baskı’ yazdığından sayfalarını elbette karıştırdım.
 
     “Bir erkeği kendine âşık etmenin yolları!”
     “Alfa kadın nasıl olunur?”
     “Vazgeçilmez olmak için 50 madde”
 
gibi saçma sapan bir sürü başlık vardı içinde. Öylece kalakaldım kitabın başında. Yani bir tür tribal hareketler el rehberi. İnanılmaz çok satmış, yüzlerce kere basılmış. Neden? Niye ihtiyaç duymuşlar ki bu kitabı okumaya? Neden kimse kendisi olmayı denememiş? Neden biliyor musunuz? Çünkü artık erkekler de kadınlar da sabretmeyi ve çabalamayı istemiyor. Sonuca kısa yoldan ulaşmak istiyorlar. Çünkü çabuk sonuca ulaşıp, heveslerini alıp, bir sonraki adaylarına geçebilirler. İtiraz edenler elbette olacaktır. Ama size bir sır vereyim mi? Yaklaşın hele… Duygular, tutkular vs. bunların bir kullanma kılavuzu yok. Sizin kılavuzunuz sadece kalbiniz. Bakın beyin de demiyorum ha kalp diyorum. Sizi kandırmalarına izin vermeyin.



Durduk yere bir koku aldım az önce ve o koku beni 8 yaş civarına götürdü.

 

Akçakale diye bir köyde oturuyorduk o zamanlar. Annem ve babam o köyde çalışıyordu. Oturduğumuz apartmanda da benim ailem gibi genelde memurlar oturuyordu. Üst katımızda oturan öğretmen ailenin evindeki kokuydu burnuma gelen. Titiz olduğundan mı bilmem ki gerçekten çok titizdi, onların evi öyle kokardı. Ama deterjan kokusu gibi değil. Hani her evin, her insanın bir kokusu olur ya, o ev de öyle kokardı.

 

Küçük kızları benim arkadaşımdı, büyük kızları da ablalarımın. Anne babaları da elbette benim annem ve babamın. Zaten bir avuç insan. Herkes birbirini tanıyor, seviyor ve güveniyor. Neyse işte o günlere gittim. Bak o öğretmen teyzemin sürdüğü sarelleli ekmekler geldi aklıma. Öyle ince sürerdi ki… Sürmez, koklatırdı. Ekmek bile isyanda. Cimri de değillerdi, niye öyle yaparmış ki? Halen görüştüğümüzden kendisi okumasa bile kızları okursa bunu, güleceklerdir. Analarını onlar da biliyor tabii.

 

O yaşlarımda yine şimdiki gibi oldukça erken uyanırdım. Videomuz vardı ve evde nedense sürekli kaset de olurdu. (Hatta bununla ilgili muazzam komik bir anım var. Ama kuzenim de işin içinde olduğundan ona sormadan size anlatamam. Ama anlattığımda çok güleceksiniz.) Kasetler VHS değil ama. Neydi Beta’mı? Küçük olan? İşte ondan. Ve o kasetlerden biri muhakkak Devekuşu Kabare olurdu. Çünkü acayip severdim. Rahmetli babam ben seviyorum diye mi alırdı, bilmiyorum ama hep vardı. Karga bokunu yemeden kalkar bir posta video izlerdim. Evet canım, çalıştırmayı biliyordum. Elektronik ve teknolojik şeyler konusunda hep iyiydim. Televizyon izlediğim salonun bitişiği doktor amcanın yatak odasıydı. O zamanlar düşünmedim ama sonraları çok kafa patlattım; neden dairenin salonunu yatak odası yaparsın ki? Aksiyon meraklısı olabilir, hiç öğrenemedim. Çok severdim doktor amcamı. Hasta olduğumda hem beni iyileştirir hem de bana oyuncaklar verirdi. Hediye ettiği doktor robotu halen durur. Bilirsiniz belki hani şu içip sarhoş olan robot. Bir bende var o zamanlar. Aman ne havam var. Neyse işte o doktor amca televizyon sesinden uyanır duvara vururdu. Sesini kısardım o zaman. Sağır da değilim ama bilemedim. Sonra video biter, bizimkiler hâlâ fosur fosur uyuyor. Komşu uyanmış sesten, bizimkiler halen uykuda. Acıkırdım. Açar kapıyı atardım kendimi sokağa. İn cin top oynuyor. Ama gideceğim yer hep belliydi. İlkokul müdürünün lojmanı. Çünkü eşi her sabah patates kızartırdı. Ne ilginç. Korkmadan sokağa çıkıp istediğim kapıyı çalıp evlerine girerdim. Herkes herkesin evine girerdi. Güvenirmişiz birbirimize. Patates kızartması ile bilimum kahvaltılıklar da dâhil serpme kahvaltımı yapardım. Annem uyanırdı ve beni merak etmezdi. Bu da güzel. Şimdi olsa deliririz. O müdür ve ailesi beni çok besledi ama ben kızlarının kafasını taşla yarmıştım. Ödüm kopuyordu jandarma beni alacak diye. Gerçi o zamanlar bile şeyi düşündüğümü hatırlıyorum; ‘komutan tanıdık ya olmaz bir şey.’ (Selin torpili öğreniyor)

 

Üç derslikli bir ilkokulda okudum ben. O zamanlarda bile okulda fen deneyleri için bilimum alet ve malzeme vardı. Hatırladığım da cıvayı çalıp, arkadaşlarla yerlere, üstümüze, elimize döküp oynamaktı. Cıva! Şans eseri yaşıyoruz. Şimdiki halim belki cıva etkisidir, bilemedim ki… Bir gün de okula girdik ki aman Allah’ım nasıl bir koku. Meğer katranla sıvanmış bir yerler. O kokuyu da unutmam. O katran sürülen yerler hafif kuruyunca elinize alırsanız oyun hamuru gibi oluyor. Oyun hamuru vardı da biz mi almadık? Yoktu, yaptık. Cork cork, hepimizin elinde katrandan yaptığımız oyun hamurları. İyi zehirlenmemişiz.

 

Okulun arkasında bir tuvalet vardı. Her gün iki öğrenci temizlerdi. Aman aman… Nasıl kötü bir kokuydu o da. Öğretmenin kızıyım diye temizlemediğimi düşünürseniz kırılırım. Nerede temizlik personeli? Temizlikçi de biz, sobaya odun taşıyan da. Odun kokusunu da çok severim ve o da bana bir şey hatırlattı.

 

Birinci sınıfa başladım ama okuma yazmayı biliyordum. Söylemesi ayıptır dört yaşımda öğrendim. Okula gidiyorum fakat nasıl sıkılıyorum. Ben okuma yazmayı bildiğim için öğretmen bana bir şey yazdırmıyor, anlatmıyor. “Selin sobaya odun at” “Selin zili çal” “Selin tahtayı sil” Selin en sonunda yıldı. Eve gidip çantamı annemin önüne attım. “Gitmeyeceğim okula ben, amele miyim?” dedim. Nasıl yaptılar bilmiyorum, ben ikinci sınıfa devam ettim. Hiç de iyi bir şey değil. 6 yaşında 2. sınıf öğrencisi. Höhhh… Ama ne yapacaksın? Eğitimden soğuyacaktım yoksa.

 

O kokuyu aldım işte ben bugün. Çocukluğumun huzur ve güven veren kokusunu. Ama bu yazının aslında başka bir özelliği var. O da kan ve cinayet merakımın nasıl başladığı. Tam da bu yaşlardı işte...

 

Kurban Bayramı yaklaşıyor. Babam kıvır kıvır tüyleri olan bir koç almış. Zannetmeyin koça bağlandım, kesilmesini istemedim filan. Yok öyle bir şey. Kesilsin yiyelim diye bekledim. Bayram sabahı ben de babamla koyunun kesilmesini izlemeye gitmek istedim. Annem de galiba itiraz etmedi. Babam zaten etmez, psikolojimizi düşündüğünü pek zannetmiyorum. Koçun direniş hikâyesini başka zaman anlatırım ama asıl konu görür görmez hayranı olduğum bir şey; ılık kan ve kokusu…

 

Koçun gözlerini bağladılar, yan yatırdılar. Başında bir adam, herhalde kasaptı, mır mır bir şeyler okuyor bir yandan da koçun boğazına bıçağı sürtüyor. O bıçaktan gözümü alamadım. Kocaman, pırıl pırıl bir metal parçası. Beni çok heyecanlandırmıştı. Bir eliyle koçun kafasını geriye çekti, diğer eliyle o kocaman bıçağı öyle ustaca koyunun boğazına değdirdi ki ilkin ben ne olduğunu anlamadım. Sonra bir kan fışkırmaya başladı, akıllara zarar. Hayvan debeleniyor insanlar tutuyor. Ben gözlerimi fışkıran kandan ayıramadım. (Hoş geldin psikopat Selin) Bıçağın koçun boğazından adeta tereyağında kayar gibi geçmesi hayranlık uyandırmıştı bende. İlk defa o denli bir kan gördüm, ilk defa kanın o ağır metalik kokusunu aldım. Gram rahatsız olmadım, zerre tiksinmedim. Ne uykularım kaçtı ne de o koçun etini yememezlik yaptım. Gayet de güzel götürdüm etleri.

 

İlk defa resmen bir ‘cinayet’ le tanışınca Devekuşu Kabare izleyen bendenizin tercihleri değişmeye başladı. Babamın kendine kiraladığı filmleri izlemeye başladım. Annemin okumam için aldığı çocuk kitaplarından ziyade babamın Agatha Christie’lerini hatmettim. O cinayetler, gizem ve muamma inanılmaz geldi. Boşu boşuna Define Adası yok Peter Pan filan, sadece zaman kaybıymış.

 

Hatta çok komik bir şey söyleyeyim size de gülün. Şimdi, insanlar sevgilileriyle buluşunca ne yapar? Romantik bir filme giderler değil mi? El ele tutuşmalar, yan yan bakışlar, gülüşmeler filan olur o karanlık salonda. Ben çocuklarımın biricik babasıyla ilk hangi filme gittim dersiniz? Freddy Jason’a Karşı  Yıl 2003. Kan, parçalanmış cesetler filan havada uçuşuyor. Adam iyi evlenmiş benimle sonra. Ama hep şey der arkadaşlarına; “Bir gün benden haber alamazsanız evdeki saksıların filan içinde arayın beni.” Halen evimde saksıda çiçek bulunmuyor.

 

Aşk ve romantik kitapları hiç okuyamadım. Aslında heveslendim. Lise çağlarımdı galiba. Belki birkaç tüyo öğrenirim dedim aldım elime ama benim yaşamadığım o aşkı yaşayanları kıskanmaya başlayınca seneler önce bu denemeden de vazgeçtim. O kitapları yazanların da öyle aşklar yaşadığını hiç zannetmiyorum. Aşk konusuna bir sonraki hafta gireceğim ama sadece inanmadığımı söylemek isterim. Çünkü büyüdüm.

 

O yaşlarımdan beri işte bir canlıyı öldürme merakım hep oldu. Elbette toplumsal ve ahlak değerlerim neticesinde böyle bir şeye kalkışmadım ama bu merakımı da inkâr edemem. Allah’tan hemşire oldum da yasal yoldan ve gerekli durumlarda kesebiliyorum. (Buna Debridman deniyor, yaraların daha çabuk iyileşmesi için yapılıyor.) Bir bıçağı insana saplarken katilin ne hissettiğini hep merak ettim. O koçun boğazını kesen bıçağın bana verdiği gibi bir his ise eyvahlar olsun…

 

Velhasıl kokulara hassasiyetim ve bana hissettirdiklerini anlatmaya sayfalar yetmez. Halen yemeğin tuzunu koklayarak anlayabilir, akıntılı bir yarayı koklayarak, kültür almadan hangi bakterinin ürediğini söyleyebilirim. Çoğu insana iğrenç gelen o çürümüş insan bedeni kokusu bana çok şey anlatır. Bazen bir kokuyla geçmişe giderim, bazen de bir kokunun bana anımsattıklarıyla oturur ağlarım. Bugün de o günlerden biriydi işte. Ben geçmişe gittim aldığım kokuyla. Bana eşlik eden hepinize çok teşekkürler.

 

Haftaya benim hiç de inanmadığım, ‘tü kaka’ olan Aşk’tan bahsedeceğiz. Görüşürüz değil mi?

    

  


Dark İstanbul’un yepyeni sitesi darkkitap.com artık yayında. Burası da benim oyun alanım. Yayıncımız istediğini yap dedi vallahi. Hep beraber bu oyun parkını lunaparka çevireceğiz.

 
Bazen size bir öykü anlatacağım, bazen birlikte hayaller kuracağız. Bazen çok sevdiğiniz bir kitap kahramanıyla maceradan maceraya atılacak ya da kahramanları birbirlerine düşüreceğiz. Bir gün yazarları çekiştireceğiz bir gün kitaplarını eleştireceğiz. Bir hafta bir yazar konuğumuz olacak, hayatını didikleyeceğiz, onu terleteceğiz.  Kısacası her ne yaparsak emin olun çok eğleneceğiz. Bu ilk haftanın yazısında biraz kendimden bahsedeceğim size. Sonra bir daha bu sulara girmeyelim çünkü kendimden bahsetmekten nefret ederim. İsterim ki başkaları benden bahsetsin :P
 
Bazılarının düşündüğü gibi ‘armut piş, ağzıma düş’ olmadı hayatta hiçbir şey benim için. Edebiyatta da durum böyle. Dark İstanbul Medya A.Ş. kurucusu sevgili Sami Dündar bununla ilgili bana çok güzel bir şey söylemişti; Tırnaklarınla kazıya kazıya yaptın. Gerçekten de öyle. Elbette doğru zamanda doğru insanları tanımak en büyük şansımdı. Her zaman çok okurdum, sürekli bir şeyler karalardım ama bunları yayımlatmak aklımın ucuna gelmezdi. Bu doğrultuda da bir çabam olmamıştı açıkçası. İşte o doğru insanlar sayesinde neleri yapabileceğimi hatta yazdıklarımın beğenildiğini öğrendim.
 
Önce 221B Dergi’de akabinde Dedektif Dergi’de yazmaya başladım. Kidega, Polisiye Durumlar gibi sitelere de yazdığım yazılarım da var ama asıl yapmak istediğim her zaman okumak oldu. Okudukça ve yazdıkça hayranı olduğum birçok yazar dost edindim. Hepsinden bir şeyler öğrendim, adeta iliklerine varana kadar semirdim. Yazdıklarımı çok değerli dostlarıma gönderdim. Eleştirilerini ve önerilerini kulaklarıma küpe yaptım. İlk olarak sevgili Çağatay Yaşmut ile beraber yazdığımız ‘Bir Kolombo Kemal Hikâyesi- İstifçi’ Dark Polisiye 4’te okurlarla buluştu. Ama bu arada da ben bireysel romanımı yazmaya başladım. Hatta bununla ilgili çok da trajikomik bir anım var. Durun anlatayım.
 
Sayfa 70’lere kadar gelmişim romanda, tam gaz gidiyorum. Kurgu belli her şey hazır. Sadece yazması kalmış. Bir gün sevgili Nurhan Işkın’ın Katilin Özrü romanını aldım elime okumaya başladım. Allah’ım başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Planladığım kurgu neredeyse aynı, karakterlerin isimleri bile aynı. Bunu o da bilmez, buradan öğrenecek  Ne mi yaptım? Sildim. Evet, tüm yazdıklarımı, kurguyu, notlarımı, her şeyi sildim. Döndük mü başa... Ama ben pes etmem. Etmedim tabi. Bir gün bir arkadaşımla sohbette akla gelen bir konu yeni romanın kurgusunu oluşturdu. O romanın yazımı da bitti. Ay onunla ilgili de bir enstantane var, anlatmazsam olmaz.
    
Şimdi, ben yazdım romanı, son düzeltmeleri yapıyorum. Düzelttikçe de üçer beşer sayfa arkadaşıma göndereceğim ki yılların yazarı, arkadaşlığından bir fayda görelim, değil mi? Neyse efendim, ilk sayfaları gönderdim. Eminim, elbette beğenecek çünkü gerek öykülerde gerekse ona başka şekillerde gönderdiklerimi hep beğendi. Romanı haydi haydi beğenir diye düşünürkeeeen.... Yazdıklarımın çıktısını almış ve üzerine notlar ala ala incelemiş, sağ olsun. Ben maili bir açtım ki aman Allah’ım... Her yer kırmızı kalemle çizilmiş, her yerde koca koca uyarılar... Bir de dalga geçmemiş mi? Ağladım. Aradım hemen, o kahkahalarla gülüyor ben ağlıyorum. Ben ağladıkça o daha çok gülüyor. Hatta bana şey bile demişti; “Sen yazma, bırak.” Bir süre konuşmadık :D Şaka elbette. Dost acı söyler tabi. İşin ustası ne derse o. El mahkûm, dediklerini yaptım ama 240 sayfa olan roman 180 e düştü  Velhasıl tokat yiye yiye o romanı bitirdim. Henüz raflarda değil tabi. Basacak yayın evi bulamadım :P Yok yok, elbette öyle değil. Öyle yazmışım ki infial yaratır diye zamanını bekliyorum.
    
Dark Polisiye serisinde öykü çıkınca tabi ben bir gaza geldim. Yeni seçki için öykü seçmeleri başladığında yazdığım öyküyü gönderdim. Evet, kenarda bekleyen öykülerim her zaman vardır. Baskıya değer görüldü. Dark Polisiye 5’te Kuğu Gölü Balesi yayımlandı. Tamam, daha önce birçok yerde yazmışım etmişim, ülkenin en iyi polisiyecilerinden biriyle ortak yayımlanan da olmuş, ama kendi öykümün yayımlandığı kadar mutlu olduğumu hatırlamıyorum. Dizi dizi kitapları olan, atölyeler yapan, ödülleri olan yazarlarla ortak bir kitapta bulunmak gururunu size nasıl anlatırım, inanın bir fikrim yok. Gerçi şimdi hepsinin cep telefonu numarası bende var :D Poyabir üyesi olunca bir gruba alıyorlar insanı, ooo kimler yok ki grupta! :D Bu da bir başarı değil de nedir?
    
Hız kesmeden devam eden Dark Polisiye serisinin altıncısı şu sıralarda yayına hazırlanıyor. Bir öykü yazmışım, aklınız şaşar. Benim en beğendiğim oldu diyebilirim. Sadece ben söylemiyorum bakın bunu, sevgili Ercan Akbay’da aynı fikirde  (Keşke Ercan Akbay’ın ses kaydını alıp fonda sürekli çaldırtsaydım. “Selin’in öyküsü çok iyi! Selin’in öyküsü çok iyi!” Ben bunu bir sorayım Sami Bey’e, oluyorsa çok eğleniriz. Hem belki bazen bir yazarla muhabbet ederken kayıt alır onu yayınlarız. Söz, gizli kayıtlar da yapacağım ) Ona bir şey beğendirmenin zorluğu konusunda bir fikriniz olsaydı ne demek istediğimi anlardınız. Ercan Akbay beğenmezse sert eleştirir. Acımaz yani. Elbette benim öyküyü yayımlamaya değer bulması şahane bir haber oldu çünkü daha önce yayımlanmış öykünüzün olması seçkiye girmenize garanti değil. Kriterlere uymazsa çizer üstünüzü valla. ‘Sukutuhayal’ Dark Polisiye 6’da siz okurların karşısına çıkmak için şu sıralarda gün sayıyor. Erotik, şehvetli, tehlikeli ve kanlı... Acayip seksi bir durum öyküsü... Bence seveceksiniz, özellikle erkek okurlar daha çok sevecek sanki :P Dark İstanbul, tüm antolojilerini dizi ve film yapmak konusunda çalışmalar yaparken ben de bir düşündüm. Benim bu öykü dizi ya da film olursa kim, nasıl oynayacak? Sansüre takılır mı? Merak ettiniz değil mi? Edin diye yazıyorum zaten :D Bir de ricam var. Lütfen o öyküyü okurken fonda ‘Teoman- Nasıl Güzel’ şarkısını dinleyiniz.
    
Sevgili yayıncımız böyle bir siteden bahsedince, beni de o tatlı diliyle iltifat ede ede ikna edince ki zaten meyilliymişim, bugün buradan başladık. İlk yazı olarak da azıcık reklam yapmam hoş karşılanır diye umuyorum.
   
Kitaplar çıkacak elbette konuşacağız, öveceğiz, belki de gömeceğiz. Ama bu sene Poyabir Kristal Kelepçe Ödülleri jürisinde olduğumdan Türk polisiyesinde yeni çıkan kitapları tartışamayacak ve konuşamayacağız. Laf aramızda müthiş heyecanlıyım. Kimler katılacak, nasıl kurgular okuyacağım, kim kazanacak? Kazanamayan bana küsecek mi? Trip atarlar mı? Kafamda deli sorular... 
   
Az önce de Patrick Dempsey’nin yaşayan en seksi erkek seçildiğini öğrendim. Magazini pek takip etmiyorum, geç öğrenmiş olabilirim. Ya ben erkekten anlamıyorum ya da herkes katarakt olmuş. Gerçi geçmişime baktığımda ben de anlamıyor olabilirim. :D Ben bunu hazmetmeye çalışırken siz yazıyı okuyun, her yerde paylaşın, parmaklarınız aşınmaz ve aklınıza gelen her şeyi bana yazın. “Selin şunu yapalım, bundan bahsedelim” dediğiniz bir şey olursa lütfen yazmaktan çekinmeyin. Yerim belli yurdum belli. Nasıl ulaşacağınızı biliyorsunuz. Şimdi müsaadenizle yazıya son noktayı koyup, sevgili Yaprak Öz’ün kızıl uzun saçlı Selin’li romanı Efsunlu Cazibe’yi okumaya devam edeceğim. Haftaya görüşürüz değil mi?

Selin Bak



IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.