Dark Manner - Zeynep Çolakoğlu


Dark Manner Köşesi’nde karanlığın derinliğine inmenin yollarını arayacağız. Nasıl mı? Bazen bir Düş’ün peşinden giderek, bazen de edebi metinlerin satırları arasında kaybolarak… Yola çıkmadan bu evreni bir tanıyalım istedim ve size bu toprakların bir haritasını çıkardım. Karanlıkla kalın!


HEKATE

Hekate kimdir gerçekten? Mitolojide yeri sürekli değiştirilmiş, farklı kimliklerle temsili yapılmış, ilham veren, dehşet dolu bu tanrıçanın üçlemelerle aklımızı çelen sembolizminin derinliklerinde nasıl bir bilgelik var?

 

Özlem Ertan’ın “Hekate Bize Ne Mesaj Veriyor?”1 kitabıyla tanrıçanın sesi kulağınızda Ege’nin tatlı esintileri eşliğinde Lagina’da gezinirken bir dönüşüm hikâyesine tanık oluyoruz. Hekate’yi tüm ayrıntılarıyla inceleyen bu eser, sadece tanrıçanın değil, onun ışığını taşıyan tüm kadınların sesi olma özelliğini taşıyor ve Hekate’ye dair gizli kalmış, yanlış anlaşılmış tüm konuları aydınlatıyor.


Hekate Anadolu’da ve Karya’da izini bırakmış bir tanrıça. Anadolu’nun Çatalhöyük gibi tarihi yerleşim yerlerinde şişman, bereket sembolü Ana Tanrıça olarak karşımıza çıkar. Anadolu’nun güneybatısında yaşayan Karya halkı ise Hekate için Lagina Kutsal Alanı’nı inşa etmiştir. Lagina günümüzde Muğla’nın Yatağan İlçesinde, Turgut beldesi sınırlarında bulunmaktadır.

 

Anadolulu bir tanrıça olarak bilindiği zamanlarda Hekate oldukça farklıdır; özgür ve bağımsızdır. Evli değildir, çocuğu yoktur, tanrılarla yaşadığı bir aşk hikâyesi bulunmaz ve Zeus’un soyundan gelmez. Ne zaman Ana Tanrıçanın gücü zayıflayıp Helen toplumunun ataerkil yapısı öne çıkmış, işte o zaman Hekate, büyücülük, cadılık ve wicca ile anılmaya başlamıştır. Ardından kadın cinsine dair ilkel korkuların vücut bulduğu, ötekileştirilen ve karanlıkla ilişkilendirilen bir mite dönüşmüştür.


Karya Neresiydi?

Karya uygarlığı, Antik Anadolu'da, özellikle Batı Anadolu'da M.Ö. 11. yüzyıldan M.Ö. 6. yüzyıla kadar var olan antik bir halk ve uygarlıktır. Karya bölgesi, günümüz Türkiye'sinin batısında, özellikle Muğla ve Aydın illerinin büyük bir bölümü ile Denizli ilinin batı uç kısmını kapsayan Anadolu'nun güneybatı ucunda yer almakta. Karya uygarlığının en ünlü şehirlerinden biri, antik dönemde önemli bir liman kenti olan ve ünlü tarihçi Heredot'un anlatılarında adı geçen Halikarnassos (bugünkü Bodrum)’dur.

 

Karya uygarlığı tanrıçaları Hekate’nin ışığıyla aydınlanan başarılı kadınları öne çıkarmıştır. “Hekate/Bize Ne Mesaj Veriyor?” eserinin sayfalarında tarihçi Herodot’un, savaşlarda donanmalarıyla kazandıkları başarılar nedeniyle Karyalı Hekatomnos hanedanından üç kraliçe; I. Artemisia, II. Artemisia ve Ada’dan övgüyle bahsettiğini okuruz.

 

Ay Tanrıçası Hekate

Yunan mitolojinde Hekate’nin babası Perses, annesi Asteria birer titan olup, Güneş Soylular grubundandır. Hekate, Hesiodos’un Theogonia eserinde savaşçılara yardım eden, koruyucu bir Ana Tanrıça olarak geçer. M.Ö. 5 yüzyılın sonlarından itibaren Hekate, Ay tanrıçası olarak bilinmeye başlar. Bundan böyle karanlıkların, kavşakların, yeraltının tanrıçası; büyücü ve cadıların yol göstericisidir. Hades’in anahtarını taşır. Kurbanlarını ölüler ülkesine götürür Bu nitelik beraberinde üçlemeleri de getirir. Hekate, Anadolulu Ana Tanrıça tasvirlerinden farklı olarak Helenistik geç dönem tasvirlerinde üç başlı ya da üç vücutlu olarak betimlenir. Kimi kaynaklara göre Ay’ın üç yüzü genç Persephone, anne Demeter ve bilge Hekate ile de temsil edilmektedir.

(…)Değişken Ay’ın tüm yüzlerini içinde taşıyan Tanrıça. Hilal halindeyken yaşamın başında genç bir kızsın. Dolunay olduğunda doğurganlığının doruğuna ulaşıp olgunlaşmış bir kadın. Küçüldüğünde ise evrenin bilgisini bünyesinde toplamış yaşlı bilge…1

Helen tanrı ve tanrıçalarını anlatan Theogonia eserinde Zeus’un, babası Kronos’u alt ederek baş tanrı olduğu geçer. Ondan önce de Kronos, babası Uranus’u hadım ederek devirmiştir. Eril gücün hâkimiyeti ele geçirme ve söz sahibi olmasına dair bu hikâyeleri tekrar tekrar dinleriz. Zeus’un ilk eşi ironik bir şekilde Bilgelik Tanrıçası Metis’tir. Ancak Zeus da soyundan geldiği diğer tüm erkekler gibi çocuğu tarafından devrilme riskinin söz konusu olduğunu fark ettiğinde Athena’ya hamile Metis’i yutar, bu nedenle zekâ ve strateji tanrıçası Athena, Zeus’un alnından doğmak durumda kalır.  

Helen panteonundaki ay tanrıçası Artemis, Hekate’nin teyzesi Leto ile Zeus’un kızıdır. İyonya kenti Efes’te tapınağı bulunur. Artemis ve Hekate sık sık birlikte anılır, belki de bu nedenle birbirine karıştırılır. Artemis tapınağında Hekate’ye ayrılmış sunaklar da bulunmaktadır. Artemis’in ikiz kardeşi Apollon ise güneş tanrısıdır. Beraber bir günün döngüsüdürler. Artemis av tanrıçası olarak da bilinir, elinde yay ve ok taşır ve genellikle bir geyikle birlikte resmedilir. Leto onu dünyaya getirirken sancı çekmediği için kadınlar doğum sırasında Artemis’in adını anarak dua ederler. Helen mitolojisinde yer alan bir başka ay tanrıçası Selene, etrafında rüzgârının uçurduğu bir tülle ve başında yarımayla betimlenir. Onun kardeşi de güneş tanrıçası Hesiodos’dur. Özlem Ertan’ın da dikkat çektiği üzere Hekate’nin tek başına varoluşundan farklı olarak diğer ay tanrıçaları Artemis ve Selene, güneş tanıları Apollon ve Hesiodos ile birlikte anılır ve birbirini tamamlar.

Helenler, ölüleri uzak tutması için kapı girişlerine Hekate mabedi kurar, aysız gecelerde yaptıkları Deipnon (günün en önemli öğünü olan akşam yemeği) kutlamalarında kavşakların tanrıçasına dörtyol ağızlarına adak olarak yiyecek bırakırlardı. Ardından gelen ilk gece, Antik Yunan takvimine göre her yeni ayın ilk günüdür, Noumenia adı verilir; şaraplar, çörekler ve çiçeklerle kutlanırdı. Böylece huzursuz ruhlar yatıştırılır ve haneler temizlenirdi. Bir sonraki Agathos Daimon (iyi ruhlar) gecesinde ise iyi ruhlara şükredilip, bereket ve mutluluk için dua edilirdi. Bu gece aynı zamanda Dionyssos ve onun armağanı şaraba adanmıştır. Yardımsever ve hane koruyucu bir demonun da adı olan Agathodaemon, müzikal olarak unutulmamış Agathodaimon, adıyla melodilerin etrafınızı çevirdiği notalardan bir evren inşa ederek muhteşem eserler yaratan Alman senfonik black metal grubunun şarkılarında yaşamaya devam etmektedir.

Hekate, Roma panteonunda kavşakların, büyücülerin, hayaletlerin karanlık ay tanrıçası olan, “üç yol” anlamına gelen Trivia’ya dönüşmüştür.

Hekate’nin sembolleri siyah köpek, yılan, meşaledir. Gecenin tanrıçası, ayın karanlık yüzü Hekate, Hades’in anahtarına sahiptir, ölümle yaşam arasındaki geçitlerden sorumludur. Hekate başında hilale benzer boynuzlar taşıyan başlığı, elinde meşale (ay ışığı), kılıç ve yılanla (ölümsüzlük) resmedilir.

Campbell’a göre ölmeyi ve yeniden dirilmeyi sembolize eden yılan sembolü, Hekate, Artemis, Persephone, Medusa, Hermes, Apollon ve Asklepios’un temsilleri arasındadır.


“(…) Tıpkı kadınlar ve doğa gibi yılanın da lanetlenmiş olması kutsal kitap geleneğinin tuhaf bir çarpıtmasıdır.(…) Ay’ın, boğanın, yılanın temsil ettiği şey ölümü def edip yeniden doğma gücüdür (Campbell, 2020:89-90).”1

 

Hekate’nin Müziksel Yansımaları

Blues müzisyeni Robert Johnson’ın müzik camiasına gösterişli bir giriş yaptığı ve dönemin müzik türüne yön verdiği “Cross Road Blues (1937)” ya da kısaca “Crossroads” şarkısı kökeni Hekate’ye uzanan bir ilham süreciyle doludur. Johnson’un çığır açan bu eseri ve ardından gelen müzik kariyeri nedeniyle birçok söylenti çıkmıştır. Bunlardan biri Johnson’ın 1930’larda Mississippi’de bulunan Dört Yol Ağzında ruhunu şeytana satarak blues’da ustalaştığıdır.


Heavy metal müzik türü ise Hekate’nin karanlık yanına sahip çıkan şarkılarla doludur. Finlandiyalı melodik death metal grubu Children Of Bodom’un Hexed albümünde “Hecate's Nightmare”, Norveçli black metal grubu Hades Almighty’nin Alone Walkyng demosunda "Hecate (Queen of Hades)", Norveçli Black Metal grubu Ancient’ın Mad Grandiose Bloodfiends albümünde “Hecate, My Love and Lust”, Alman folk metal grubu Faun’un Luna albümünde “Hekate”, Norveçli black metal efsanesi ve eğlencesi Abbath’ın Outstrider albümünde “Hecate” şarkıları Tanrıça Hekate üzerine yazılmıştır. Yunan mitolojisini şarkı sözlerinde işleyen Yunan black metal grubu Rotting Christ’ın Rituals albümünde Hekate’ye seslendiği “In Nomine Dei Nostri” adlı parçası bulunmaktadır. Mandragora Scream adlı İtalyan gotik metal grubunun Luciferland albümünde “Hekate - En Erebos Phos” parçası Hekate’yi anlatırken, albümün diğer parçalarında Medusa ve Lamia’ya da yer verilmiştir.
Hecate Enthroned adında İngiliz senfonik/melodik black metal grubu bulunmaktadır. Shakespeare’in karanlık yanını ele alan Amerikalı gothic/death metal grubu Shakespeare in Hell’in “Hecate” adındaki albümü ise şarkı sözlerinde Elizabeth dönemi dilini kullanmasıyla Hekate’nin müzikal yansımalarına ilginç bir örnektir.

Mitler Birer Ayna Mı?

Söz konusu fantastik evrenler, gotik kültürü, korku edebiyatı ve mitoloji olduğunda hep sorulan bir soru vardır. Tüm bu sembolik dünya ne işimize yarar? Hayal gücünden korkan, kendini gündelik hayatın sıradanlığına kilitleyen postmodern insan, sürekli tüm bunların ne işine yaracağını düşünmektedir. Ortaya katma değeri olan bir şey çıkacaksa, bu öyküleri ya da mitleri tüketmeyi kabul edecektir (!) Asıl soru belki de bu dünyalarla temas ettiğimizde neler olduğu, nasıl bir etkileşim ve dönüşüm yaşadığımız olmalıdır. Toplumsaldan bireye giden sonsuzlukta aynaya bakmak gibidir mitler…

“Mitoloji insanın geçirdiği değişimlerin, hayat içindeki yolculuğunun ve doğayla ilişkisinin hem evrensel hem de zamansız anlatımıdır. Bundan dolayı mitolojik öykülerde bütün bir insanlığın hikâyesi ve deneyimleri saklıdır.”1

Bu topraklarda yazılmış ve Lagina’da düşlenmiş “Hekate Bize Ne Mesaj Veriyor?”, Anadolulu Ana Tanrıçaya hakkını teslim eden bir eser. Her ne kadar Helenistik dönemde karanlık ay tanrıçasına dönüştürülmüş olsa da Ay’ın karanlık yüzünü kucaklayan ve Hekate’ye sahip çıkanlar var. Onlar dikatomik bakışı eleştiren, karanlık-aydınlık, iyi-kötü, güzel-çirkin kodlamalarının ötesinde düşünebilen ve referans noktası sıradanlık olmayan, normal insanın bir kurgu olduğunu bilen sanatçı zihinlerdir. Karanlık, gotik ve tüm düşsellikte ilham ve farklı bir haz bulan, Camus’nun bu başkaldıran sanatçıları, Hekate’yi melodilerinde kutsayan müzisyenler, doğayla iç içe ve uyumlu yaşamaya kendini adamış, eril iktidarı reddeden, doğanın bilgeliğine inanan wicca’lar iyi ki varlar ve aramızdalar! “Hekate Hâlâ Yaşıyor!”

 

Kaynakça

1 Ertan Özlem, Hekate Bize Ne Mesaj Veriyor?, Destek Yayınları, Haziran 2023, İstanbul

Agizza Rosa, Antik Yunan’da Mitoloji, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2001, İstanbul

Estin Colette, ; LAporte Helen, Yunan ve Roma Mitolojisi, Tübitak yayınları, Aralık 2022, Ankara

Wilkinson Philip, Kökenleri ve Anlamlarıyla Efsaneler ve Mitler, Alfa yayınları, Ocak 2010, İstanbul

Dell Christopher, Okült, Cadılık ve Büyü, YKY yayınları, Haziran 2021, İstanbul



Işıklar bir bir kapanıyor; tüylerinizi ürperten karayel etrafta dolaşmaya başlarken damarlarınıza hücum eden melankoli kanınızı ağırlaştırıp karartıyor. Dış sesler sadece bir fısıltıdan ibaret artık! İçerdeyse öykülerin sesi yükselmeye başladı. Adım attığınız karanlık topraklar, ne zaman ziyaret etseniz sizi içine çeken, efsunlu sakinleriyle büyüleyen, bilinçaltının sembolik diline sahip sonsuz bir evren. Hiç bir zaman eskimeyen, dünyaya fırlatılmışlığı sorgulayan, sivri dilli bu eserler, zamansızlığı ve özel bir zevk olması ile heavy metali, her temasta yeni şeyler keşfedeceğiniz, farklı bir estetik anlayış taşıması nedeniyle de şarabı hatırlatıyor.

Dark Manner’ın bu sayısında ara ara devam ettireceğimiz bir korku gezintisine çıkıyoruz birlikte. Bu dünyanın sakinlerini ziyaret edecek, dışardan bakanların sadece bir tablo, ağaç, hırka ya da kedi deyip geçeceği şeylerin, üzerine düşen ters ışıkla nasıl birer tekinsiz nesneye dönüştüklerini gözlemleyecek ve sadece biz korku okurlarının doğuştan giriş izni olduğu bu kara toprakların keyfini çıkaracağız. Bakışı içe döndürerek göstereni sorgulayan, düşlere zevk için kan sıçratırken kalp atışlarını hızlandıran, farklı hissettiren, keskin ve özgün bir dünya bu, o yüzden herkese göre değil!

***

Karayel estiğinde aklını kaçıracak gibi olur mu insan? Uğultusu kulağında çınladıkça ille de bir şey yapması gerekiyormuş gibi bir duyguya kapılıp yine de ne yapacağını bilemez mi?

Asırlardır orada yaşayan soydan geriye üç kişinin kaldığı, civar köyde yaşayanların yaklaşmaktan çekindiği ama merakla gözlediği, geceleriyse tuhaf hissettiren Karayel’in kol gezdiği bir konağa davetlisiniz. Yüksek bir düzlüğün içinde, mağrip tarzı büyük kemerli girişi, demir kakmalı kapıları, geniş bir avlusu ve taş merdivenlere çıkılan üst katı olan tarihi bir yapı burası. Üzeri zamanın tozuyla örtülmüş, içi örümcek ağlarıyla çevrelenmiş yapayalnız bir eser. Size ayrılan odada yere serilmiş hayvan postları, ateşin sıcaklığını hissettiren bir şömine, ahşap bir masa ve özenle serilmiş bir yatak var. Titrek mum ışığı altındaki odada göz alıcı güzellikteki kızıl kahve gözlerinden karanlık bakışları taşan bir kadının yağlı boya tablosu ve bir çanak şarapla baş başasınız. İşte tam burada öykü sizi baştan uyarır: “Bir yabancı olarak kalacaksın, diyorlar; sana hizmet edecekler; ama daha en baştan en küçük bir yakınlık göstermeye yanaşmayacaklar.”1. Öykünün koyduğu bu mesafenin karşısında ise arzu belirmiştir çoktan; oraya gideceğim ve sakinleriyle muhakkak bir ilişkiye gireceğim. Sonu ne olursa olsun diye geçirirsiniz siz de içinizden.

“Yerinde olsam fazla hayal kurmazdım, (…), korkarım, son derece berbat ve sıradan bir gerçekle karşılaşacaksın”1 der hikâye ama hiç birimiz inanmayız buna elbette. Robert Louis Stevenson, “Ollala”1 ile “bizden daha eski ve bizden daha büyük bir şeyle”1 bizi bu gotik öyküye sinsice çekmeye devam eder. Karayel estikçe dehşet yayılır taş eve, yüreğiniz ağzınızda, ölüm kapınızdadır.

“(…), senin ölümün bir ağaçtan olacak!”2 diye başlayan bir fısıltı giderek korku dolu bir çınlamaya dönüşmektedir. Şiirsel olduğu kadar iç karartıcı keskinlikteki bu tekrarlarla gerilim de artıyorsa, büyük ihtimalle bir Kenan Hulusi Koray öyküsü içindesinizdir. Virajlı bir yolda doludizgin götürür sizi hikâye, bir yanınız dağlık, diğer yanınız ise denizden bir uçurumdur. Sesinizi duyuramazsınız, çünkü tüm sesler Kenan Hulusi’nin emrinde sözcüklere dönüşmüştür. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. “Bu meşe ağacını görüyor musun, (…), Dün akşam kendimi asılmış gördüm bu meşe ağacında…”2. Gündelik hayat yarılır ve içinden sinirsel devinimlerle dolu bir adam, birçok ağaç ve silahlar çıkar: “Sonra birdenbire rüzgârın estiğini duydu ve sanki yüzbinlerce böcek, ağaç yapraklarını dişlerinin arasında kıra kıra yiyorlardı. Kulübenin kapısı açıktı: İki silah, ikisi de masanın üzerinde duruyordu.”2

Silah demişken…

İstanbul Tahtakale’de, bir gece kulübünde, elinizde kahverengi şişe, kulağınızda rap müzik ile sıradan bir gece geçirirken, biri gelip masanın üzerine Sturmgewehr 44 koysa ne olur? Muhtemelen onu bir hırka zannedersiniz. Neden mi? Çünkü bir korku öyküsü içindesinizdir ve korku öyküleri sarkastiktir. Zira en kırılgan şeylerden biri normal diğeri de sıradandır. Bunlar tamamsa sırasıyla kuşku ve vücut bulduğu korku ile karşılaşmaya hazırsınızdır. Korku bazen sınırları ihlal ederek bulunduğu şekli bozar, işte o zaman bir silahı hırka, bir katliamı da öykü zannedersiniz. “Kuşku birçok şeyin başlangıcı olduğu gibi birçok şeyin de sonucudur. (…) insanoğlunun bünyesine sirayet eden ilk duygudur.”3

Altay Öktem’in Dark Gerilim antolojisinde yer alan Bir Hırka Bir Mavzer İstanbul öyküsüne, ‘Yalan Yanlış Hayatlar4 romanına alınmadığı için ortalığı ateşe veren tuhaf karakterlerin meskeni olmuş’ desem yanlış olmaz sanırım. Kısmi Burhan, telekinezik frekanslar yüzünden gerçekten kopan Hayri ve kutlayacak bir şey olmamasına kadeh kaldıran bir savaş gazisi etrafında cereyan eden bu yeraltı dünyası o kadar hızlı ve öfkeli dönüyor ki öykünün bittiğine inanamayıp sayfaları tekrar kontrol ediyorsunuz.

"Geveleme bağır ceremesi ağır çünkü bir sebebi var ey"5

Sayfalar arasında gezinirken bir siyah kedi görürseniz hemen durun! Kediler otantik canlılardır. Kadim Mısır’ın ruhunu taşırlar. İki dünya arasında gezinebildikleri için hiçbir canlının ulaşamayacağı bilgeliğe sahiptirler; işte bu nedenle de dilsiz bırakılmışlardır. Emin olun, yaşamı, sizi çok daha iyi anlıyor ve belki de bu nedenden ötürü onları sahiplendiğini düşünen insanları takmıyorlar. “Çünkü kedi içine kapanıktır ve insanların göremediği şeylere yakındır. (…) Sfenks’ten daha yaşlıdır ve Sfenks’in unutmuş olduklarını hatırlar.”6  

Saf bir halk ve taştan yollara sahip Ulthar, bu kenti ziyaret eden esmer tenli göçebeler, onların anlaşılmaz dilleri, duaları, iki boynuzlu başlık giyen tuhaf liderleri ve tüyler ürperten doğaüstü olayların yer aldığı Ulthar’ın Kedileri, karanlığını keyifle tüttüreceğiniz klasik bir H.P.Lovecraft öyküsü. “İyice sıyrılmış iki insan iskeleti ve karanlık köşelerde sürünen tuhaf böcekler”6 aşkına Ulthar’da kimse bir kedinin kılına bile dokunamaz!

Lovecraft’ın kozmik korku temalı evreninde doğa, canlılar, canavarlar ve tanrılar iki boyuta o kadar sığamamışlardır ki bu öykülerin ardından birçok görsel ve işitsel eserler tasarlanmıştır. Bunlar arasından Amerikalı black/death metal grubu Ulthar, ismini Ulthar’ın Kedileri öyküsünden alırken kapak tasarımlarını yapan Ian Miller, Lovecraft’ın dünyasını çizer bu albümlere. Bu evrenin sakinleri en başından beri buradaydı ve biz Lovecraft aracılığıyla onlara ulaşabilmişizdir sanki.

Biraz felsefe yapmaya başladık bile! O halde gerçek felsefeden bahsedelim, hani şu canavar olandan… Sorgularken ısırandan. Çünkü biliyoruz ki “(…) gidip canavarı bulamazsak, (…) er ya da geç, canavar gelip bizi bulacaktır.”7

Elinizde bir Clive Barker öyküsü tutuyorsanız, az sonra çok fena kan çıkacağına eminsinizdir. Ama bir slasher filmi gibi kan çıksın diye kan çıkmaz bu öykülerde. Bir düalizm kurulur ve sonra mutlaka çatırdar, varoluş sorgulanırken bulantı mercek altına alınır, felsefi konuşmalarla insan psikolojisinin derinliklerine inilir ve korku düşlere enjekte edilir. Çünkü gerçek felsefe söz sahibidir ve gerçekler çirkindir.

Kırık dökük karakterlerin savrulduğu bu dünyada biri akla hayale gelmez deneyler yapıyor, varoluşun derinliklerine bakma cesareti gösteriyor ve bilinçaltının sembolik dilini korkuya teslim ediyordur.

Eğer hazırsanız “Korku”,  Clive Barker’ın insanlığa korkuyu öğretmeye çıktığı bir öykü ve her satır bu deneyin bir parçası.

“(…) Dünya yüzeyinde korkuyu kendi kalp atışlarından daha yakın olarak tanımayan bilinçli hiçbir varlık yok.”7

Bu sayılık turumuz sona erdi. Korkunun hükmettiği başka evrenlerde buluşmak dileğiyle. Karanlıkla kalın!

 

Kaynakça

1 Olalla, Robert Louis Stevenson, çev. Celal Üster, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2020, İstanbul

2 Bir Otelde Yedi Kişi, Kenan Hulusi Koray, Kapra Yayıncılık, 2020, İstanbul

3 Dark Gerilim Birinci Kitap, Altay Öktem “Bir Hırka Bir Mavzer İstanbul”, Dark İstanbul, 2023, İstanbul

4 Yalan Yanlış Hayatlar, Altay Öktem, Doğan Kitap, 2019, İstanbul

5 Aga B, Debboy adlı şarkısından

6 Karanlıkta 33 Yazar / Korku Öyküleri Antolojisi, H.P. Lovecraft “Ulthar’ın Kedileri”, çev. Sönmez Güven, Ayşe Gorbon, Barış E. Alkım İthaki Yayınları, 2004, İstanbul.

7 Karanlıkta 33 Yazar / Korku Öyküleri Antolojisi, Clive Barker “Korku”, çev. Sönmez Güven, Ayşe Gorbon, Barış E. Alkım İthaki Yayınları, 2004, İstanbul.


MEDUSA


Masumiyetim bir tür pharmakos’a neden oldu. Athena benden Öteki yarattı, intikamını kurbandan aldı. Artık aynaya baktığımda güzeller güzeli bilge tanrıça Athena’nın en çirkin eserini görüyorum, bakışıma kitlenenlerse taşlaşmaya mahkûm. Biz onunla ayrılmaz bir bütünüz; öldüğümde başımı kalkanına koyarak düşmanlarına gözlerimden alevler saçması bunun göstergesi. İçerde ve dışarıda, tanrısal ve demonik birlikte ve iç içeyiz1.

Bir zamanlar güzelliğiyle büyülerken uğradığı lanetle bakanları taşa çeviren Medusa’yı Dark Manner sayfalarına konuk etmemin anlamlı bir sebebi var. Ovid’in “Dönüşümler” eserinde geçen Medusa efsanesi aslında o kadar tanıdıktır ki; ya her gün haberlerde okur ya da ıstırabını paylaşmak isteyen bir kadından dinlersiniz. Hangi kuşaktan olursa olsun! Ataerkil düzenin sürekli hizaya getirmeye, edilgin kılmaya çalıştığı ama aslında deliler gibi korktuğu kadın olmaya dair basit bir hikâyedir Medusa. Mitolojiye asılıp kalmıştır, dehşet saçan kadın, femme fatale, ölümcül dişilik gibi kavramlarla iyice içi boşaltılmış ve bir kez daha düzenin hizmetine sunulmuştur. Şimdi bu hikâyeyi metaforlarla okuma zamanı! Bilinç dışındaki imgelere, korkunun kökenine ve fantastik bir özelliğe indirgenen “taşlaşma” kavramına yeniden bir bakalım. Bunu ilk kez Medusa’nın sesinden yazarak ona ithaf ettiğim “Medusa1 öykümle gerçekleştirmiştim. Ardından makyaj sanatına korku unsurlarını dâhil ederek harikalar yaratan sanatçı Hazal Tanrıverdi ile birlikte Medusa’yı canlandırdık. 2023 bitmeden yakın bir zamanda ise Murat Sezer’in “Türk Korku Öykülerinde Korku Varlıkları” adlı yüksek lisans tezine Medusa’yı dâhil ettiğini öğrendim. Kendi kendine oluşan bu üçlemenin son ayağı tamamlamış oldu. Medusa sesini duyurmak istiyor diye düşünmüş ancak bu düşüncemi bir süreliğine rafa kaldırmıştım ki katıldığım bir şarap fuarında şişenin üzerinden bana attığı bakışla bunun son çağrı olduğunu anladım. Bu özel şişeden ve Medusa’dan ilham almış müthiş şaraptan yazının sonunda ayrıca bahsedeceğim. Şimdi Medusa’yı zihnimden dışarı taşırmanın ve mitolojide geçen efsanesini yapı bozumuna uğratmanın zamanı.

Medusa ilk kez Antik Yunan şairi Hesiod tarafından yazılan, Antik Yunan tanrılarının soy ağacını ve yaratılışını anlatan epik şiir “Theogony”de karşımıza çıkar. Ölümlü Medusa ve ölümsüz kız kardeşleri Stheno ve Euryale, tanrıça Athena’nın tapınağında hizmetkâr olarak yaşayan, bekâret yemini etmiş rahibelerdir. Arkaik deniz tanrısı Forkis (Phorcys) ve tanrıçası Keto’nun kızlarıdır. En büyükleri olan Euryale yüksek sesli çığlıklarıyla tanınırken Stheno güçle ilişkilendirilir. Aslında bu üç Gorgon kardeş değildir. Dünyada sadece üç Gorgon olduğu için Zeus tarafından kardeş ilân edilmişlerdir.

 

Medusa’nın adının duyulması ve Athena’nın lanetine uğraması bir gece ansızın olur. Güzelliğiyle dikkat çeken Medusa’ya karşı Athena içten içe kıskançlık duymaktadır. Bir gece birlikte olduğu deniz tanrısı Poseidon tapınağa sızar ve zorla Medusa’ya sahip olur. Bunu öğrenen Athena, kendi tapınağında hem de sevgilisi tarafından yapılan bu saygısızlık nedeniyle çılgına döner. Ancak kurbanı cezalandırmayı seçerek, Medusa ve kardeşlerini Gorgon canavarlarına dönüştürür ve Hyperborea’ya sürgüne gönderir. Altın saçlarıyla görenlerin içini titreten Medusa’nın artık yılandan saçları, tunçtan elleri, biçimsiz ağzından sarkan uzun dişleri ve mor dili vardır. Boynu pullarla kaplıdır. Saçındaki yılanlardan sağır edici tıslamalar yükselir, bundan böyle Medusa ile göz göze gelenler taşlaşır. Tüm bu lanete rağmen Athena’nın Medusa’ya olan öfkesi dinmez ve onu tamamen ortadan kaldırma planları yapar. Kral Polydectes’in aklına bir kahramanlık gösterisi olarak Medusa’nın öldürülmesi fikrini düşürür. Hikâyenin sonunda Athena’nın üvey erkek kardeşi Perseus, tanrı ve tanrıçaların yardımıyla Medusa’yı öldürür. Nihayet kurbanın katli ile haksızlığın üstü örtülür, kadının kanı hep olduğu gibi iktidarın elinde kalır.

 

Perseus parlak kalkanından yansıyan görüntüme bakarak başımı kestiğinde kalkanını bir ayna olarak kullanmıştı. Tarihe kahraman olarak geçen Perseus oldu. Oysa Hermes’in kanatlı sandaletleri olmasa Hyperborea’ya gelemez, Hades’in görünmezlik miğferi olmasa yanıma yaklaşamaz, Athena’nın parlak kalkanı olmasa beni asla öldüremezdi. Perseus’un silahı ayna, kahramanlık öyküsü ise tanrı ve tanrıçaların bir tür iş birliğiydi aslında.1

 

Medusa efsanesi ve Perseus’un kahramanlık(!) hikâyesi Romalı şair Ovid'in "Metamorphoses (Dönüşümler)" adlı epik şiir koleksiyonunda geniş yer bulur. Persesus, Zeus ile Danae’nin oğludur ve kehanete göre büyükbabası Kral Akrisius’u öldürecektir. Bu nedenle kral, Danae ve Perseus’u bir sandığa koyup açık denize gönderir. Dalgalar onları Kral Polydectes ile karşılaştırır ve Serifos Ada’sında yaşamlarına devam ederler. Perseus yetişkinliğe eriştiğinde Athena’nın etkisiyle Polydectes’in ondan bir isteği olur: Medusa’nın başı. Perseus bu zorlu istekle uğraşırken, Polydectes de Danae’yi elde etmeyi deneyecektir. Perseus, Gorgonların yaşadığı yere gidebilmek için önce Gorgonların kardeşleri olan Graia(Gree)’leri geçmelidir. Yunan mitolojisinde gri saçlı, yaşlı doğmuş Graialar, denizin üzerindeki beyaz köpüğün kişileştirilmesidir. Gorgonların kardeşleridir. Bazı metinlerde kuğu bedenine sahip olduğu yazılan bu deniz canavarları, ellerindeki tek bir gözü ve dişi sırayla birbirlerine ödünç vererek gardiyanlık yaparlar. Gözün birinden diğerine geçtiği bir anda onu çalan Perseus, Graialardan Medusa’yı öldürmek için gerekli büyülü nesnelerin yerini zorla öğrenir. Medusa ve kardeşlerinin yaşadığı Hyperborea’ya geldiğinde daha önce canlı olan her şeyin taşlaşmış olduğunu görür ve ürperir. Athena’dan aldığı cesaretle uyumakta olan iki Gorgonu geçerek Medusa’ya ulaşır. Parlak kalkanını ayna gibi kullanarak Medusa’nın bakışlarından etkilenmeden, başını vücudundan ayırır. Kesilen başsız gövdeden Poisedon’dan olma iki varlık doğar; biri kanatlı at Pegasus, diğeri ise altın kılıcı olan anlamına gelen ismiyle insan görünümlü şeytan Khrysaor’dur. Perseus, Medusa’nın kesik başını büyülü gümüş bir çuvala koyarak Athena’ya götürmek üzere yola çıkar.

 

Bazı anlatılarda Perseus’un kesik Medusa başını kendi çıkarları için kullandığı geçer. Dönüş yolunda karşısına çıkan dev Atlas’a başı gösterir ve onu taşlaştırır. Atlas, Kuzey Afrika’da bir dağ olur. Deniz kenarında zincirlere bağlanmış güzel Andromeda’yı görür ve ona âşık olur. Deniz canavarından kurtarma karşılığında onunla evlenmek ister. Ancak Andromeda’nın ailesi buna karşı çıkar ve onlar da Atlas gibi taşlaşır. Serifos Ada’sına ulaştığında annesiyle zorla evlenmek isteyen Kral Polydectes’i görür. Artık bir silah haline gelen Medusa başı ile Kral ve ordusunu taşa dönüştürür. En sonunda başı Athena’ya teslim eder, Athena da onu kalkanına yerleştirir.

 

Benim varlığım aslında hem ayna hem de ölüm. Medusa’ya bakanlar şeytani bakışın esiri olup taşa dönüşüyorlar, oysa ben bir aynayım, içinizdeki kötülüğü yansıtıyorum size gerisin geriye. Dante’nin “İlahi Komedya'sında”, Byron’ın “Kayıp Cennet'inde” cehennemde nöbet tutan varlıklar arasındayım. İsmim yeraltında yankılanır zira yaşayanları bu dünyadan uzak tutmaktır görevim. Aynı Hades gibi bana da bakamazsınız. Ölüm’e bakılır mı? Medusa’ya bakılır mı? Şiirsel bir ölümdür göz göze gelenlerin tattığı. Ya da ölümle aşkın buluştuğu o kısacık an’dır. Metaforik olarak taşlaşır, kara sevda ile dolar yürekler çünkü bir tür “coup de foudre (ilk bakışta aşk)” dir deneyimledikleri. Saçlarımın yerindeki yılanlar da günahı simgeler; cennetten düşen şeytan da yılan kılığına bürünmemiş miydi?1

Medusa efsanesi metaforlarla doludur. Medusa’nın başı bir tür kastrasyon (hadım edilme korkusu) simgesine dönüşürken yılanlar da fallus’u anımsatır. Eril iktidarın temsilcisi Poseidon tarafından tecavüze uğradıktan sonra lanetlenen Medusa’nın, eril düzenin temsilcisi tanrıça Athena tarafından dişiliği elinden alınmış, ona bakanların taşlaşmasına neden olacak şekilde cezalandırılmıştır. Bu ceza ile Medusa yalnızlığa itilmiş, herhangi bir varlığı sevmekten ve sevilmekten yoksun bırakılmıştır.

Yunancada adı “yok edici” anlamına gelen Perseus’un, Medusa’nın başını kesmesi, eril güce tehdit oluşturan unsurun yok edilmesi olarak yorumlanır. Daha sonra bu efsaneden ilham alarak tasarlanan sanat eserlerindeki betimlemelerle Medusa’nın bakışları farklı yerlere yönlendirilecek, böylece bilinçdışı kastrasyon korkusu bastırılacak, Medusa’nın saçlarını oluşturan yılanların birer fallus olduğunun fark edilmesiyle de ona sahip olduğunu düşünen eril iktidar, bu korkusunun üstesinden gelecektir.

 “Ama korkudan çok zarafettir/ bakanın ruhunu taşlaştıran”

 Shelley

Percy Bysshe Shelley 1824’te karısı tarafından yayımlanan “On the Medusa of Leonardo da Vinci in the Florentine Gallery (Leonardo da Vinci’nin Floransa Sanat Galerisindeki Medusa Resmi Üzerine)” adlı eserinde görsel imgeyi şiire taşır, Medusa’yı insancıl bir şekilde betimler ancak dehşet veren güzellik temasını kullanarak o da sonunda eril dilin kurbanı olur. 

 

“Hem resimde hem de şiirde Medusa’nın bakışlarının resme bakanlara değil de gökyüzüne çevrilmiş olarak gösterilmesi, Freud’un kuramını doğrular gibi erkeğin kadına bakma korkusu nedeniyle kadının edilgenleştirilmesinin altını çizmektedir. Şiirdeki önemli bir fark, Shelley’nin şimdiye kadar bir nesne olarak sözünü ettiği resimdeki kadın kafasını, son kıtada “kadın” sözcüğünü kullanarak tanımlamasıdır. Böylece Shelley betimlediği nesne, yani resimdeki figürün, insani boyutunu anımsar/anımsatır (Jacobs 1985: 173)”2

 

Goethe’nin “Faust” eserinde Mephistopheles, Walpurgis Gece’sinde Margaret’i gördüğünü düşünen Faust’u uyarır; Medusa büyünün aldatıcılığını kullanarak, erkeklere sevdiği kadın gibi görünür.

Nietzsche ise bengi dönüş teorisinde büyük düşüncenin Medusa’nın kafası gibi olduğunu söylemiştir, Raymond QueneauChêne et Chien (Meşe ve Köpek)” şiirinde canavar Medusa’yı güneşle ilişkilendirir, Bataille, Athena’yı arayanların Medusa’nın başıyla karşılaşacağını; güneşe yaklaşanların onun iğdiş eden gaddarlığını bulacağını yazmıştır.

 

Medusa, saf ve güzel bir kadınken haksızlığa uğrayarak canavara dönüştürülür. Bakanı taşlaştırması nedeniyle şeytanlaşır, yaşayanların dünyasından aforoz edilir ancak bu özellik öldürüldüğünde onu kullananlar için bir silaha dönüşecektir. Başının sol yanından akan kanda öldürücü zehir, diğer yanından akan da ise ölüyü diriltebilecek şifa vardır. Medusa’nın varlığında da bir düalizme rastlarız. Zıtlıkların doğanın dengesi olduğunu varsayan bakış açısı, bu hikâyede bir cinsiyetin diğerine tahakkümünü meşrulaştırmıştır. Medusa’nın Gorgon’a dönüştürülerek öldürülmesi bir tür töre mitidir. Kadın bedeni bir tehdit unsuru olarak kabul edilir ve kadın aterkil toplum yapısı tarafından katledilir. Asıl suçlu Poseidon, bir tanrı olarak, erkek üstünlüğünün hâkim olduğu iktidarda ceza almaz. Töre cinayeti iktidar eliyle desteklenir.

 

Medusa efsanesinde kutsal anne ile baştan çıkarıcı günahkâr Lilith arasında gidip gelen eril tarihin kadına dair korkularından biriyle karşılaşıyoruz. Mitlerle çıktığımız bu zihinsel yolculuğun bir de görsel tarafı var; onları canlandıran tablolar, müzik eserleri ya da Yerebatan Sarayı’nın kuzeybatı köşesindeki sütunların altında kaide olarak kullanılan iki Medusa başı heykeli.

O halde bu eşsiz heykelleri görmek üzere 52 basamaklı taş bir merdivenle iniyoruz saraya. Bizi suyun üzerinde alabildiğine uzanan 9 metre yüksekliğinde 336 sütun karşılıyor. İstanbul’da, Ayasofya’nın güneybatısında bulunan bu yapı, halk tarafından Yerebatan Sarayı olarak bilinen, Bizans imparatoru I. Justinianus (527-565) tarafından yaptırılan Bazilika Sarnıcı. Bizans döneminde su ihtiyacını karşılamak üzere kullanılmış, Osmanlılar zamanında da Topkapı Sarayı'nın bahçelerine buradan su verilmiştir. Şehir su şebekesinin yapılmasıyla unutulan bu sarnıç, 16.yy’da Hollandalı gezgin P. Gyllius tarafından yeniden keşfedilmiştir. Burada Islak kolonlardan bir harmoniyle damlayan suların altında yan yatırılmış ve baş aşağı şekilde iki Medusa kaidesi bulunmaktadır. Dönemin büyük yapılarına koruma amaçlı Gorgon başlarının konulduğu bilinmektedir. Medusa başlarının da böyle bir işlev taşıdığı ve bakanla göz göze gelmemesi için farklı açılarda yerleştirildiği düşünülmektedir.

 

Görsel sanatlar arasında Rubens, Arnold Böcklin, Caravaggio Medusa’yı resmetmiş, Benvenuto Cellini ise Perseus ile Medusa’nın başını heykelleştirmiş sanatçılardandır.

 
Medusa mitinin temas ettiği şarkılarda ise ıstırap içinde durmaksızın dans eden dalgalar ve köpüklerinin zihnimizin kıyısına taşıdığı aşk, kıskançlık ve ölüme tanık oluyoruz. Anthrax’ın “Medusa”, Cradle of Filth’in “Medusa And Hemlock (Medusa ve Zehir)”, Impaled Nazarene’in “The Eyes of Medusa (Medusa’nın Gözü)”, Nehemah’ın “The Thousand Tongues Of Medusa (Medusa’nın Binlerce Dili)”, Tarja’nın “Medusa”, Peter Gundry’nin “The Head of Medusa (Medusa’ın Başı)”, Gems’inMedusa” parçaları bu karanlık öyküye başka bir boyuttan seslenen melodilerle dolu.


Son olarak Medusa’ya dönüşen şarabın hikâyesine gelelim. Rotamızı Denizli, Çal’a doğru çeviriyor ve Lykos Vadisi üzerindeki yolda ilerleyerek Ege’nin antik çağlardan beri üzümle hayat bulmuş topraklarında yer alan Lermonos Bağları’na ulaşıyoruz.
 

Denizli Çal Bağ Yolu üreticilerinden Lermonos’un, “Alice3 adlı gizemli şarabı, Medusa efsanesinden ilham alan en yeni eserlerden biri. Öküzgözü, Cabernet Sauvignon ve Boğazkere üzümlerinden oluşan 2022 rekolteli bu şarapla ilk bakıştığınızda iç içe geçmiş iki kadın figürleriyle karşılaşıyorsunuz. Ultraviyole ışığı altında baş başa kaldığınızda ise sizi harikalar diyarına davet ederek kavramlar arası bir geçiş imkânı sağlıyor. Adı olmayan güzel bir kadından lanetlenerek efsanelere geçmiş Medusa’ya giden tasarımıyla “Alice”, bu topraklarda hayat bulmuş yerel ve yabancı varyetelleri kaynaştırırken geçmiş ve geleceği birbirine bağlayan özel bir şarap, soyluluk ve asil tür anlamına gelen ismiyle de Medusa’ya hakkını iade eden büyülü bir iksir.


İçerde ve dışarıda, tanrısal ve demonik birlikte ve iç içeyiz.

 

1 Karanlıktaki Kadınlar “Medusa” öyküsü, Bilgi Yayınevi, 2018, Ankara.

2 Resim ve Edebiyat İlişkisinde Kadın İmgesi: Percy Bysshe Shelley’nin Şiirinde Medusa, Nazım Hikmet’te Jokond, Özlem Uzundemir, bilig, Güz / 2009, Sayı 51

3 https://www.instagram.com/reel/CwfGAKOoE_h/?igsh=MTI3NWZ0YmVjNmZhZQ==

 

Kaynaklar

·       Philip Wilkinson, Kökenleri ve Anlamlarıyla Efsaneler&Mitler, Çev. Emel Lakşe, Alfa Yayınları, İstanbul (2010)

·       Donna Rosenberg, Dünya Mitolojisi Büyük Destan ve Söylenceler Antolojsi, İmge Kitabevi yayınları, Çev. Kollektif, 4. Basım, Ankara (2006)

·       Esat Kormaz, Şeytan Tasarım Terimleri Sözlüğü, Anahtar Kitap Yayınları, İstanbul (2006)

·       Colette Estin, Helene Laporte, Yunan ve Roma Mitolojisi, Çev. Musa Eran, Tübitak Yayınları, Ankara (2002)

·      Rosa Agizza, Antik Yunan’da Mitoloji Masallar ve Söylenceler, Çev. Zühre İlkgelen, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul (2000)

·      Mircea Eliade, Dinler Tarihine Giriş, Çev. Lale Arslan, Kabalcı, İstanbul (2003)

 

EDEBİYATIMIZDA GOTİK VE KORKU

Dolunayın gökyüzünde parladığı bir gece, ayın etrafında dans eden bulutlar, kısmen boğdukları ay ışığı ile geceye katılıyorlar. Gökten boşanan anlık elektrik akımı ise ışığın bir başka karanlık yüzü. Ardından gelen gürültülü, yıkıcı ses, bu ürkütücü tabloya kendi katkısını koyuyor. Sağanak yaklaşıyor. Azgın dalgalar, kayaları döverek göğe doğru sıçramaya çalışıyorlar. Derken malikânenin önündeki ahşap iskele ters yüz oluyor ve dağlardan aşağıya inen ormanın uğultulu korosu evin etrafını çevreliyor. Aç pencereleri. Aç. Gotik korku içeri girmeye hazır!

Korku edebiyatıyla yola çıkan, doğanın etkisi altında şekillenen, düşlerle kâbusların dili olan gotik akımın, karanlığına bakabilenleri daha güçlü çekmesi ve açıklanamayan kalp atışlarına sebep olması son derece cezbedici. Gotik, dili, tavrı ve hazlarıyla özgün bir evren inşa eder ve bu evren ansızın içeri sızmak için kapınızda bekler. İşte tam o kapının ardındayız! Yaşamı sıradanlığa indirgeyen, idealizmin pençesinde sürüklenen, hayallere geçit vermeyen zihinlere rağmen, uğultulu tepelere yağan, ahşap aralarında çıtırdayan, en çok da bilinçdışından taşan gotik’i, adını anarak içeriye davet edeceğiz.

Tarih de almış içeri… O halde bu toprakların en ilginç varlıklarından biri olan Karavura1 ile tanışın ve avcunun içindeki delikten bakarak bir zaman yolculuğuna hazırlanın. Rotamız, edebiyatımızın gotik zamanlarına çevrili.

Gotik unsurların edebiyatımızda yer alması Avrupa ve Amerika kıtasından çok daha sonra gerçekleşmiştir. Bunun çeşitli nedenleri var. Tazminat döneminin karışık siyasi ortamı, halkçı tarafı ağır basan edebi çehresi, Latin harflerine geçişle yeni bir dönemin başlaması ve Cumhuriyet’in ilânıyla ivmelenen edebiyatın, yönünü gerçekçi konu ve anlatıma çevirmesi bunların başında gelir. Kaçırıldığı düşünülen medeniyet trenine yetişmek için akılcılığın üstünlüğü öne çıkarılırken, hayal gücü geldiği yere yani yeraltına itilir. Korku öyküleri bilinçaltında filizlenedursun, aklı başında (!) eserler gündemi doldurur, hayallerden dem vuran bir kesim de bunları eleştiren bir vurguyla tarafını ve sınırlarını net şekilde belirler.

Düşünce gücünün kuyruklu yıldızı, insan psikolojisinin yeraltı kenti olan hayaller ve kâbuslar görmezden gelinir ve böylece yıllar geçer…

Göçebelikten yerleşik yaşama geçmiş, buradaki halklarla karışmış, kaynaşmış Anadolu’nun keskin bir hafızası ve güçlü bir sözlü geleneği var. Bu geleneğin içindeki korkular, düşünce, inanç ve ritüellerin oluşumunda rol alır ve hepsi de doğaya uyumlanmanın bir parçasıdır. Masallarla birlikte pek çok karanlık unsur, halk ozanları ve seyyahlar aracılığıyla dillerden kulaklara taşınır. Evliya Çelebi, bu hikâyeleri 17.yy’da yazıya ilk geçirenler arasındadır. “Seyahatnamesi”ndeki, “Harikulade Hadiseler”de, kan içmekten çıldıran cadıların zincire vurulmasına, “Karakoncolos Gecesi”nde mistik güçlerin çarpışmasına ve büyücülerin tuhaf ritüellerine tanık oluruz. Obur adıyla geçen vampirler, Çerkez ve Abaza yaratıkları, Seyahatname evreninde resmen cirit atar.

Giritli Aziz Efendi tarafından yazılan “Muhayyelât (1852)”, cin, peri, derviş, büyü gibi fantastik öğeleri içeren ilk eserlerden biri olarak karşımıza çıkar. “Binbir Gece Masallar”ının anlatım tarzından esinler taşıyan eserde, 18.yy İstanbul’unda geçen olaylar doğaüstü bir kurguyla işlenir. “Muhayyelât”, edebiyatımızda modern hikâyenin başlangıcı kabul edilmekle birlikte Tanzimat edebiyatçıları tarafından “artık terk edilmesi gereken, gerçek dışı anlatıya” örnek olması nedeniyle eleştirilmiştir.  

Tanzimat edebiyatçılarından Ahmet Mithat Efendi, 1877’de yayımlanan “Çengi” romanında korku, gizem ve polisiye unsurlarını kullanarak boş inançları sorgular. Dört bölümden oluşan “Çengi”, perili hikâyelerle büyütülen ve gençliğinde “Binbir Gece Masalları” ve “Muhayyelât” kitaplarını okuyan, hayal dünyasında yaşayan Türk “Don Kişot”u2 Daniş Çelebi’nin düştüğü halleri anlatır.

20.yy’ın başlarında korku, gotik, psikolojik gerilim ve polisiye türlerinde roman, tefrika ve uyarlamaların yayımlandığını görürüz. Hüseyin Rahmi Gürpınar, “Cadı (1912)” ve “Gulyabani (1913)” romanlarında gotik unsurları bu topraklara özgü bir şekilde ustaca kullanır. Anadolu halk söylencelerindeki sakallı, asalı, dev yaratık Gulyabani’yi işlediği aynı adlı romanı, önsözde kurgusal bir okur mektubuyla başlar ve boş inançları eleştirerek biter. Yazarın gotik unsurları içeren eserlerinde doğaüstü olayların bir aldatmaca olduğu ortaya çıkar ve mantıksal bir açıklamaya bağlanır.

Cumhuriyet Dönemi toplumcu gerçekçi edebiyatçılarının korku edebiyatı gibi alt akımlara bakış açısı Tanzimat edebiyatçıları ile paralellik taşır. Osmanlı’nın çöküşündeki siyasi dalgalanma ve toplumsal yapının dönüşümüne odaklanmış Tanzimat edebiyatçılarına benzer şekilde, Cumhuriyet Dönemi edebiyatçıları da dönemin yükselen sol siyaseti, sosyalist mücadeleler ve emperyalizm karşıtlığına odaklanmış; fantastik, korku, gotik gibi alt türlerin toplumu uyutup oyalayan, lüzumsuz neşriyat olduğunu düşünerek, bu anlatı tarzlarından kaçınılması gerektiğine inanmışlardır.

Her şeye rağmen gotik unsurlar eserlere girmeye devam etmiştir. Ancak gotik eser olarak adlandırılabilmesi için bu unsurların ne amaçla kullanıldığı önemlidir. Döneminde tabu sayılan cinsellik ve şiddet temalarını eserlerinde özgürce işleyen Nezihe Muhiddin, gerçek mekânların yer aldığı “İstanbul’da Bir Landru (1934)” adlı aşk romanında gotik unsurlara yer verir. Hedonist bir prensesle nekrofil bir seri katilin arasında geçenleri konu edindiği eseri, rutubetli bir mahzen, ıssız yeraltı geçitleri, üzerine kalın siyah bulutlar çökmüş bir göl, tekinsiz bir bar ve İstanbul usulü gotik bir şatoda geçer. Ancak bu konuları ve gotik temaları yozlaşmış bir toplumun başına gelenleri anlatmak ve mevcut düzeni desteklemek amacıyla kullandığı için “İstanbul’da Bir Landru” gotik eser kategorisine dâhil edilmez.

1928'de Ali Rıza Seyfi tarafından kaleme alınan “Kazıklı Voyvoda”, Bram Stoker'ın “Dracula” romanının edebiyatımıza uyarlanmış bir versiyonudur ve eski harflerle yazılmış ilk vampir romanı olarak dikkat çeker. Eser 1946’da Latin harfleriyle basılmış, 1997’de ise Giovanni Scognamillo’nun önsözüyle “Drakula İstanbul’da” adıyla yayımlanmıştır.

Selim Nüzhet Gerçek’in Ahmet Kamil takma adıyla yayımladığı “Canvermezler Tekkesi”, Claude Farrère’in “La Maison Des Hommes Vivants” eserinden uyarlamadır. Edebiyatımızdaki ilk gotik roman olan “Canvermezler Tekkesi”,  “İleri” gazetesinde 37 sayfalık tefrika olarak basılmış, 1922’de kitap olarak yayımlanmıştır. Merve Köken tarafından günümüz Türkçesine uyarlanıp sadeleştirilen eser, Karakarga’nın “Kayıp Kitaplar Kütüphanesi” eserlerinden biri olarak 2020’de tekrar basılmıştır.   

Suat Derviş, insan ruhunun karanlık yanını, tekinsiz mekânlar, metaforlar, bilinçdışı göndermeler ve doğaüstü olaylarla anlatan, duygulara hitap eden, yoruma açık öyküleriyle edebiyatımızda gotik eserlere imza atmış önemli bir yazardır. İlk romanı “Kara Kitap (1921)”ta ölüme mahkûm bir genç kızın ağzından yaşama arzusu ve ölüm anını anlatır. Doğaüstü olayları dâhil ettiği “Ne bir Ses Ne Bir Nefes (1923)”, “Buhran Gecesi (1924)” ve “Fatma'nın Günahı (1924)” adlı eserlerinde dualiteye karşı duruş sergiler, kasvetli konaklarda, umutsuzluk, kıskançlık ve karanlık arzuların pençesindeki ötekilerin şiddet ve gerilim dolu hikâyelerini anlatır.

1921-1964 yılları arasında tefrika, öykü, roman ve eleştiri yazılarıyla çok sayıda eser vermiş Suat Derviş, toplumcu gerçekçi “Yeni Edebiyat” dergisinde Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Attila İlhan ve Orhan Kemal gibi yazarları bir araya toplamış bir yazar ve gazeteci olarak, ataerkil düzen ve faşizmle mücadelede önemli katkılarda bulunmuştur. 2018'de İthaki Yayınları tarafından yayımlanan “Anılar, Paramparça” eserinde, Suat Derviş'in tefrikalarda kalan yazıları, röportajları ve anıları aracılığıyla yazar ve gazeteci kimliği, yaşam mücadelesi ve Derviş ailesine dair detaylar bir araya getirilmiştir.

Kenan Hulusi Koray, korku edebiyatımızın dönüm noktalarından biri olup, uzun bir dönem adı anılmayan ancak 2000’lerde yazılan incelemeler, dosyalar ve yüksek lisans tezleriyle hakkı teslim edilen bir yazar. Hikâye şairi olarak tanınır, Beş Hececiler’e tepki olarak kurulan, şiirde yenilik arayışındaki şairlerin bir araya geldiği “Yedi Meşaleciler” edebî topluluğunda yer alan tek öykücü. Hem korku hem de toplumcu gerçekçi türde eserler yazmıştır. Korku öykülerinde doğanın ürkünçlüğünü, tekinsiz hanları, gizemli cinayetleri, musallat olmuş ölüleri ve hayaletleri ele alır. “Kavaklıkoz Han’ında bir Vaka” en başarılı öyküsüdür. 1928-1943 yılları arasında yayımlanan “Tuhaf bir Ölüm”, “Bir Garip Adam”, “Kemiksiz Kadın”, “Doktor Popen’in Eşi”, “Kemahlı Değirmenci”, “Bir Mezarcının Hayaleti”, “Bir Cinayetin Hikâyesi”, “Bir Kölenin İntikamı” ve “Dirilen Mumya” konuları, atmosferi ve diliyle ilgi çekicidir. “Kavaklıkoz Hanı’nda Bir Vaka” Gram yayınları tarafından 2016’da, “Gece Kuşu” ve “Bir Yarasa Bir Kıza Âşık Oldu” İthaki yayınları tarafından 2022’de tekrar basılmıştır.

Kerime Nadir’in “Dehşet Gecesi” romanı 1958’de yayımlanır. Bir aşk romanı yazarı olan Kerime Nadir, bu romanında kalıplarının dışına çıkarak tam anlamıyla bir gotik eser ortaya koyar. Hakkâri Cilo dağının zirvesine kurulmuş otele giden bir tren, Kızıl Puhu adlı gizemli bir roman ve aynı adlı malikânenin yer aldığı bu eser, Dracula’dan esinlenmeler taşımakla birlikte, roman içinde roman yapısı ve kurgudaki beklenmedik virajlarla benzerliklerden sıyrılarak düşle gerçek arasında özgün bir çizgi yakalar. 

1930 ile 1950’li yıllar arasında polisiye, hafiye, casusluk, fantastik ve korku türlerinde yayımlanan “On Paralık Romanlar”, tek formalık ve genellikle on altı sayfa uzunluğundaki eserleri kapsar. Çeviri ya da telif olabilen bu eserler, çizimleri ve kapaklarıyla dikkat çeker ve genellikle doğaüstü olayları içeren casus romanları olduğu için fantastik polisiye alt türüne dâhil edilir. Cemil Cahit Cem’in “İkiz Şeytanlar”, aynı yazarın Oğuz Turgut mahlasıyla Tefeyyüz Kitaphanesi’nde basılan “Meraklı Romanlar Serisi”, Dânış Remzi Korok’un “Yamyam Yusuf” ve Nazmi Erman’ın “Canavar Frankenştayn” eserleri bu döneme ait on paralık romanlara örnektir.

On paralık romanların ardından, korku, gotik ve gerilim türündeki eserler 2000’li yıllara dek bir süre yeraltına çekilir. Aslında onlar da Cthulhu3 gibi zamanını beklemektedir. Nihayetinde insanlığın en eski duygusudur korku; harekete geçirir ya da hareketten vaz geçirir. Korku edebiyatı insan ruhuna tutulan dev bir kara aynadır, işte bu nedenle aslında kendine dönüştür. Kötülük içinizde, ölüm yakınınızdadır. Doğal olanın kanayan, parçalayan ve haykıran gözlemidir gotik. Karavura’nın delik avuç içinden işte bunlar görünür.

“…Kalbimi getir…

…Karanlık… Sonsuz, uçurumlu, zebanili, cehennemli, bir karanlık beni sarıyor. Ne acı, ne feci, ne doğru, ben ölüyorum.”

Suat Derviş/Kara Kitap

 

1 Karabasana benzer kötücül ruh, Sivas yöresinde ve Karadeniz bölgesindeki halk inançlarına göre uyanıkken musallat olur, insanın üzerine çöken bir ağırlık gibidir, delik avuç içi vardır. 

2 İspanyol şair ve romancı Miguel de Cervantes'in romanı ve bu romandaki ana karakterinin adı.

3 H.P Lovecraft’ın eserlerinde geçen Yüce Eskiler’den biri olan devasa ahtapot görünümlü bir tanrı.

 

Kaynaklar

Öktem Altay. “Gotik ve Korku Edebiyatı Atölyesi”, Gaia Stüdyo, Ekim-Kasım 2023.

Halis Göktuğ, Tarihte Kötülük, Deren Matbaacılık, 2020.

Sarpkaya, Seçkin, Türklerin Şeytani Masalları, Türk Masal ve Efsanelerinde Demonik Varlıklar, Ankara: Karakum Yayınları, 2021

Enki, Yankı. Maskenin Düştüğü Yer, Korku Edebiyatı Yazıları, İthaki yayınları, 2017.

Scognamillo, Giovanni. Korkunun ve Dehşetin Kapıları. İstanbul: Bilge Karınca Yayınları, 2014.

Danacı,  Fatih.  “On Paralık  Romanlara  Fantastik  Bir  Bakış”.Sabit  Fikir,Temmuz  2012. www.sabitfikir.com/dosyalar/paralik-romanlara-fantastik-bir-bakis.

Kaya Nihal, Transilvanya’dan İstanbul’a: Bir Global Gotik Örneği Olarak Ali Rıza Seyfi’nin Kazıklı Voyvoda’sı, Kün: Edebiyat ve Kültür Araştırmaları Dergisi1.1 (Ağustos 2021)

Yaltırık, Mehmet Berk, Korku Edebiyatımızın İlk Kalemi: Kenan Hulusi Koray, Türk Dili (2023) www.tdk.gov.tr

Özkaracalar, Kaya. Kerime Nadir’in Gotik Romanı: Dehşet Gecesi, Kasım 2022.

https://www.ekdergi.com/kerime-nadirin-gotik-romani-dehset-gecesi/

Hines, Richard Davenport Hines, Gotik/Aşırılık, Dehşet, Kötülük ve Yıkım Dört Yüzyılı, Dost Kitabevi, 2015

 
 


IdeaSoft® | Akıllı E-Ticaret paketleri ile hazırlanmıştır.